''İkinci Yeni'' akımının temsilcilerinden, şair, çevirmen, söz yazarı. Çok yönlü bir kişilik Ülkü Tamer
Bir o kadar da ilginç, renkli anılarla dolu bir hayat hikayesine sahip. Gaziantep'teki çocukluğundan, sinema ile tanıştığı günlerden başlayıp, oradan İstanbul'a, Robert Kolejine ve hayatını şekillendirecek olan arkadaş çevresine, tanışmalarına dek uzanan bir solukta okunası bir hayat hikayesi.
Ülkü Tamer, tüm bu renkli, yakın tarihin her dönemine tanıklık etmiş anılarını ilk kez 1998'de YKY tarafından yayımlanan ''Yaşamak Hatırlamaktır'' isimli anı kitabında toplamıştı. (Kitap daha sonra 2011'de Doğan Kitap
tarafından tekrar basıldı)
Benim de açıkcası Yaşamak Hatırlamaktır'dan haberdar olmadan önce Ülkü Tamer hakkındaki bilgim şiirleri, yazdığı şarkı sözleri (ve tabii unutmadan ''Harry Potter ve Felsefe Taşı'' çevirisi) ile kısıtlıydı ki zaten Yaşamak Hatırlamaktır'ı da geçen yıl yky baskısını bir sahaftan tesadüfen bulup okuma fırsatım olmuştu.
Yanlış bilmiyorsam Yky baskısı artık pek bulunmuyor, bulacak olanlar kitabın Doğan Kitap baskısını edinebilirler.
Okuduktan sonra tekrar tekrar kendini hatırlatan Ülkü Tamer anıları dün bir kez daha aklıma düştü ve bir anısını paylaşmak istedim.
Lafı uzatmadan kitaptan güzel bir Ülkü Tamer anısı:
''1972. Mexico City'den Rio de Janeiro'ya gidecektim. Ama vizem yoktu. Vize almak
için Brezilya Büyükelçiliği'nin yolunu tuttum.
Elçiliğin kapısını çaldım.
Açan yok. Bir daha. Yine açan yok. Hadi, bir daha... Sonunda, son derece şık,
kır saçlı, yaşlıca bir adam belirdi kapıda.
"Buyrun?" diye sordu.
"Vize almak için geldim," dedim.
"Haftaya geleceksiniz."
"Neden?"
"Noel
tatilindeyiz."
"Ama benim yarın
Brezilya'ya gitmem gerek," dedim.
"Maalesef
bir şey yapamayız. Çalışanlar tatilde."
"Bakın," dedim, "ben taa İstanbul'dan
geliyorum."
Adam, "Büyükelçiyle benden başka
kimse yok. Herkes izinde. Elimden bir
şey gelmez," dedi.
Nasıl olduysa, ağzımdan, "Ben
şimdi Pele'nin ülkesini göremeyecek miyim?"
sözü çıkıverdi.
Adam bir an durakladı. Bana bakıp, "Siz Pele'yi
biliyor musunuz?" diye sordu.
Saymaya başladım:
"Felix, Alberto, Everaldo, Clodoaldo,
Brito, Piazza, Jairzinho, Gerson, Tostao,
Pele, Rivelino..."
İki yıl önce İtalya'yı 4-1 yenip Dünya
Şampiyonluğunu kazanan Brezilya takımının oyuncularını kaleciden solaçığa kadar
sıraladım.
Adam kapıyı açıp içeri, büyük bir salona aldı beni. Bir koltuk
gösterip, "Buyrun, oturun, ben şimdi
geliyorum," dedi. Salondan çıktı.
Biraz sonra, pijamasının üstüne
giydiği robdöşambrla Büyükelçi geldi salona.
"Arkadaşım
Brezilya milli takımını ezbere saydığınızı
söylüyor," dedi.
Durur muyum! Yine başladım:
"Felix,
Alberto, Everaldo..."
Büyükelçi, sehpadan aldığı çıngırağı
çaldı. Gelen uşağa, "Bize kahve getir. Masamdaki
mührü de getir," dedi.
Kısa bir süre sonra, cebime
vizeli pasaportumu koymuş, Büyükelçi'yle dünya futbolu üstüne koyu bir sohbete
dalmıştık.
Ayrılırken, Büyükelçi kapıya kadar geçirdi beni. Elimi sıkarken,
"Brezilya şampiyon oldu," dedi, "ama golü
siz attınız."
Ertesi gün, Rio havaalanında öteki yolculara
ahret soruları sorulurken, ben özel "visa de cortesia"
mührünü taşıyan pasaportumla gümrükten krallar gibi geçecektim!
Benzer bir olay da Rio de Janeiro'da başımdan geçti.
Rio'nun kıyı şeridi boydan boya kumsal. Kilometrelerce uzanıyor. Kumsala
belirli aralıklarla kale direkleri dikilmiş. Binlerce insan Copacabana'da kızgın
güneş altında top koşturuyor. Futbol, Brezilyalı gencin umudu. Yıllar içinde
umut keyfe dönüşüyor, ama futbol yaşamın tam ortasındaki yerini koruyor.
Bir
"şehir turu" na katıldım. Minibüsle Rio'yu şöyle bir dolaşacak,
ünlü İsa heykeline çıkacağız.. Tur bütün gün sürecek.
Şoförün yanında
oturuyorum. Minibüsün arkası, Amerikalılarla dolu. Hepsi orta yaşın üstünde.
Bağırarak konuşuyorlar, sürekli kahkahalar atıyorlar.
Ama iki dakika içinde,
minibüs ölüm sessizliğine büründü. Şoförümüz aksi mi aksi bir adamdı çünkü.
Gülenleri terslemekle başladı işe. Sonra durup dururken birkaç kere bağırdı.
Portekizce küfürler savurdu. Tura katıldığımıza hepimizi bin pişman
etti.
Sessizlik içinde giderken, caddede dev bir afiş çarptı gözüme. Üstünde
Pele'nin fotoğrafı vardı. Kendi kendime, "Pele," diye
mırıldandım.
Şoför ters ters baktı bana. Sonra, "Sen Pele'yi
nereden biliyorsun?" dedi.
Son Dünya Şampiyonu olan Brezilya
milli takımını ezbere saymaya koyuldum:
"Felix, Alberto,
Everaldo, Clodoaldo..."
Ne olduysa o anda oldu işte. Şoför,
direksiyonu bıraktı. Bir an yüzüme baktı. Sonra boynuma sarıldı. Beni
yanaklarımdan öpmeye başladı.
O adam gitti, yerine bambaşka bir adam geldi. O
aksi, nemrut herif, güleç, sevimli, tatlı dilli, saygılı bir insan oluverdi
birdenbire.
Minibüsü bir açıkhava kahvesinin önüne çekti. Kapıları açtı.
"Buyrun," dedi herkese. "Vaktimiz çok. Kahveler
benden."
Minibüsten inip kahveye yöneldik. Amerikalılar, şaşkınlık
içinde, çevremi sardılar.
"Şoföre ne söylediniz
de birdenbire böyle değişti?" diye sordular.
"Brezilya futbol takımı oyuncularını
saydım," dedim.
İnanamıyorlardı.
"Ne yaptınız,
ne yaptınız?"
"Brezilyalı futbolcuların
adlarını saydım."
Akılları nereden erecek!
"Anlamadık," dediler.
"Boş verin," dedim.
"Bunu anlamak için ya Akdenizli ya
da Latin Amerikalı olmanız gerekir."
"Usur olum diye" siirini cok severim. Paylastiginiz anilari da sahaneymis. Tesekkurler.
YanıtlaSilRica ederim, ben de yorumunuz için teşekkür ederim, beğendiyseniz ne mutlu.
Sil