20 Eylül 2018 Perşembe

ANKARA...


Dost'la buluşmak...
Her zaman, ilk kez gidiyormuş gibi aynı heyecanla rafların arasında gezinmek. Ardından İmge. Bir başka güzel simgesi Ankara'nın.
Her zaman oradalar, sadık dost gibi. Her gittiğimde o sokağın başında sanki karşılıyorlarmış gibi.

Karanfil'de, Konur'da salınarak dolaşmak, kaldırımlarını ezberlemek. Bestekar'a sapmak. Kocatepe'den aşağı bırakmak kendini. Kulakta çalan bir "Mamak Türküsü" belki. Tunalı Hilmi'ye girip sahaflarda kaybolmak, aradığın bir kitaba tozlu rafın birinde denk gelmenin mutluluğu bazen.

Ankara... Bütün o kasvetli olduğu söylenen havasında, kaldırımlarında, başka şehirlerde arayıp da bulamadığım şeyi bulurum ben hep. 
Öyle çok şey var ki o grilikte... Barış Bıçakçı'dır Ankara, Bizim Büyük Çaresizliğimiz'dir. Ender ile Çetin'in dostluğudur, Nihal'dir. 
Behzat Amirimdir, her derlendiğinde gittiği Kuğulu Park'tır, Gençlik Parkı'dır, Hayalet'tir, Harun'dur. Boşuna sevmedim ya onları.

İzmir Mavi trendir Ankara. Kavuşmanın ve ayrılmanın habercisi olan. 
Yahya Kemal'in Ankara'da bulamadığı şey nedir de Ankara'nın dönüşünü sevmiş bilmem ama ben Ankara'dan her dönüşte hep eksik kalır bir yanım.

Pilli Bebek'tir Ankara. O griliğe çok yakışan şarkılarıdır.
Ve gecenin sonunda o gri kaldırımlarda yürürken bir eylül akşamında, kulakta Eylül Akşamı'nın çalmasıdır. 

"Ve bir eylül akşamında 
Yaprak çıtırtılarıyla 
Yürüyorsun 
Yürüyorsun, yürüyorsun..."



7 Eylül 2018 Cuma

PAL SOKAĞI'NDA BİR GÜN

Bazı anlar var. Hemen üstüne yazamıyorsun, yazmak istemiyorsun. Zihinde demlenmeye bırakıyorsun. Aradan bir süre geçtikten sonra dönüp baktığında çok daha büyüleyici geliyor insana.

8 Haziranda oradaydım, Budapeşte'de. O çok görmek istediğim sokağı görmemin üstünden üç ay geçmişken şimdi yazabilirim sanırım.

Tam da bu an içindi her şey. Bütün o kilometreler, yollar, hatta bütün o yurtdışına çıkma isteği. Bir gün bu sokağa gelebilmek içindi. Küçük bir çocukken, o kitabı okurken hayalimde canlandırdığım o sokağı görebilmek için.


Nemeçsek'in, Boka'nın, Gereb'in, Kolnay'ın yanındaydım. Çocukluk arkadaşlarımın, beni büyüten hikayenin kahramanlarının yanındaydım. Pal Sokağı Çocukları'nın yanında.


Öylesine gerçek, öylesine hayal ettiğim gibiydi ki sanki birazdan Budapeşte'de gün batarken biz arsamıza koşacağız, Kırmızı Gömleklilere karşı savunacağız oyun alanımızı. 
Yanlarından güçlükle ayrılırken gün batmak üzereydi Pal Sokağı'nda, belki oyun arsaları yenik düşmüştü şehir hayatına ama benim çocukluk arkadaşlarımın anısı orada dimdik ayakta.



Ne demişti Murathan Mungan: "Büyümek gurbete çıkmaktır''
Ne kadar gurbete çıksak da bazı hisler değişmiyor işte, kalıyor baki.
Bir gün, yeniden buluşmak üzere Budapeşte. Çocukluk arkadaşlarıma iyi bak.

25 Haziran 2018 Pazartesi

DAĞLARDA KAR SESİ VAR KAZIM ABİ

Ben Kazım'ı özledim
Ağlasam ayıp mıdır?

Türkülerle büyüyen biri olarak Karadeniz kültürünü ve seni tanımam öyle kaçınılmazdı ki Kâzım abi, albümlerini dinler dinlemez bağlandım sana.

Ve hep bir yara oldun her dinleyişimde. Kimi zaman kabuk bağladı çoğu zaman kanadı. O yara hep durdu orada.
Hem dert ortağım oldun hem neşeme ortak oldun kemençe ile, tulum ile. Hayatımın her döneminde iz bıraktın. 
Yeri geldi, hevesle hazırladığım sunumlarda seni anlattım insanlara doyasıya. Hep senden bahsetmek istedim Kazım abi. Hep seni anlatmak istedim.

Benim bir abim yok ama eğer olsaydı tam da senin gibi bir abim olsun isterdim. O zaman daha güçlü hissederdim kendimi. Sen , benim hiç tanımadığım, sahip olmadığım ama yüreğinin güzelliğinden şüphe duymadığım abimsin. Öyle de kalacaksın.

Biliyorum, bir gün geleceğim mutlaka yanına, az kaldı. Bir fındık ağacının gölgesinde oturacağım baş ucunda uzun uzun. Senin büyüdüğün sokaklarda yürüyeceğim, seni soluyacağım hopa'nın havasında uzun uzun. Kim bilir, belki bir gün alırım valizi gelirim ve hiç dönmem. Kalırım oralarda. Kendimi ait hissedeceğim bir yerde. "Dağlarda kar sesi var" hala kazım abi. Üşüyorum bir haziran gününde. Kulağımda yine sen varsın.

İyi ki vardın, iyi ki bir zamanlar şarkılarını söyledin, paylaştın bizlerle. Bütün o insani güzelliğinle, güç veren, umut aşılayan varlığınla. Virginia Woolf'un tam da sana yazılmışcasına duran o sözü gibi: "Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin"
İyi ki geçtin.
Kardeşinle tanışabildim, keşke seni de görebilseydim. Alacağın olsun. 
Bugün bütün şarkılar senin için. Gözlerde yaşlarla. Buluşmak ümidiyle, bir gün o yeşillikte. 


Kazimişi Gzas Vorert!

18 Mart 2018 Pazar

Bir yazar bir kitap: Murathan Mungan- Çador

"Aradıkların ya ölmüştür , ya kaybolmuş... Bulsan bile, onların senin bıraktığın insanlar olmadığını göreceksin. En kötü yabancı çeşidi, bir zamanlar tanıdıklarının arasından çıkar."

"Geçmişe ilişkin hatırladıkları kötü şeyler değildi ama, nedense geçmiş içini acıtıyordu. Hatıraların insanın içini acıttığı yaşlara gelmiş olmalıydı: Bir yaştan sonra hatıralar, iyi ya da kötü olmalarından bağımsız olarak, sahiplerine acı veriyorlardı.
Sahi, o yaşlara bu kadar erken gelmiş olabilir miydi?"

"Baba ile oğul birlikte gülmeye başladılar. Kelimelere dökemese de kalbinin bir yerinde biliyordu: Dünyada çok az şey, birlikte aynı şeye gülen baba ile oğulun kahkahalarının aydınlığındaki mutluluğun yerini tutar."

"Bazı insanların hayatında bazı ölümler geri dönülmez değişikliklere yol açar; bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı değişikliklere... Herkesin hayatında da böyle olduğu sanılır. Hayır, herkesin hayatında böyle olmaz. Bazıları hayatlarından eksilenlerin yasını tuttuktan sonra, geriye dönüp kaldıkları yerden aynen sürdürürler hayatlarını. Daha kalpsiz olduklarından değil , yalnızca böyle olduklarındandır bu. Kimileriyse yas tutmayı bilmez. Ya hiç yas tutmazlar, ya da bütün ömürlerini tuttuklarını yasa çevirirler; bu sefer de geriye hayat kalmaz."

"Çünkü insanın kelimelerini emanet edebileceği bir yüzün var senin," dedi. Kendi uğultusunda kör olmamış bakışların , hala taze bakıyor dünyaya, içinin çıplağını yankılarken bakışları kör olmuş yüzlerce insan var sokaklarda hayaletler gibi dolaşan. Birbirlerinin yüzlerinde kaybolmuşlar. Birinin yüzünden diğerinin yalnızlığına geçiliyor. Bazı insanlar bir kelime darbesiyle ölürler. Şimdilerde ise değil ölmek, kimseye tek bir mana bile söylemiyor kelimeler"

Satırlara sinen bir Murathan Mungan bilgeliği. Muhteşem bir novella, bir çöl sarısında geçen arayış öyküsü.



11 Mart 2018 Pazar

Zamanı donduran melodiler: The Boxer Rebellion

The Boxer Rebellion 

Vikipedik bir tanımla; Londra merkezli, 2001’de kurulan Indie topluluk. Klasik tanımların, cümlelerin ötesinde ise, benim için cümlelerin yetmeyeceği güzellikte, gitarlarından hayata dair her duygunun şelale olup aktığı , “iyi ki müzik yapıyorlar” dedirten adamlar.

2005’te Exits ile başlayan müzikal yolculukları Union (2009), The Cold Still (2011), Promises (2013), Ocean by Ocean (2016) ile devam etmişti.

Ve grup, bu ay yayınlayacakları yeni albümleri Ghost Alive’den Here I Am isimli parçalarını yayınladı. Albüm ise 23 Martta dinleyici ile buluşacak.

İki gündür aralıksız şekilde dinlediğim Here I Am ise bu satırları yazmaya itti beni.
The Cold Still’in atmosferine yakın çizgide, yine aynı The Boxer Rebellion güzelliğinde büyüleyici bir şarkı ile geri dönmüşler. Bir süredir ayrı kaldığın fakat hiç değişmeyen samimiyetiyle bir dost gibi.

Bir yerlerde müzik dediğimiz bir şey var ise, The Boxer Rebellion o güzelliği oluşturan gruplardan biri.

İyi ki varsın The Boxer Rebellion.
Dinleyin, dinletin. İyi gelecek.


5 Mart 2018 Pazartesi

90. Akademi Ödülleri

Ve bir ödül sezonu daha geride kaldı. 90. Akademi Ödüllerinde ödüller tahmin edilen isimlere gitse de En iyi Film ödülünde beklenti Three Bilboards Outside, Ebbing Missouri yönündeydi fakat yönetmen dalından sonra The Shape of Water, en iyi film ödülünü de kazanarak gecenin galibi oldu.


Ödüllerin tam listesi:
En İyi Film: The Shape of Water
En İyi Yönetmen: Guillermo Del Toro (The Shape of Water)
En İyi Erkek Oyuncu: Gary Oldman (Darkest Hour)
En İyi Kadın Oyuncu: Frances McDormand (Three Bilboards Outside Ebbing, Missouri)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Sam Rockwell (Three Bilboards Outside Ebbing, Missouri)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Allison Janney (I, Tonya)
En İyi Özgün Senaryo: Get Out
En İyi Uyarlama Senaryo: Call Me by Your Name
En İyi Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins (Blade Runner 2049)
En İyi Kurgu: Dunkirk
En İyi Özgün Müzik: Alexandre Desplat (The Shape of Water)
En İyi Özgün Şarkı: Remember Me (Coco)
En İyi Ses Kurgusu: Dunkirk
En İyi Ses Miksajı: Dunkirk
En İyi Prodüksiyon Tasarımı: The Shape of Water
En İyi Kostüm Tasarımı: Phantom Thread
En İyi Görsel Efekt: Blade Runner 2049
En İyi Saç ve Makyaj: Darkest Hour
Yabancı Dilde En İyi Film: A Fantastic Woman
En İyi Animasyon: Coco
En İyi Belgesel: Icarus

2019'da görüşmek üzere.

4 Mart 2018 Pazar

Oscar goes to.... 90. Akademi Ödülleri

Ödül sezonunun en tatlı, nihai gecesi. Daha adaylar bile açıklanmadan başlayan tartışmalar, havada uçuşan tahminler, “Oscar kim ki ya, ölçüt mü o?” deyip yine de gözünü tartışmalardan alamamalar, aday filmlerin tek tek irdelenişi, çeşit çeşit yazılar, podcast’lar.

Elbette tüm gece sabaha dek süren uykusuz bir maraton. Sabaha karşı da şiş gözlerle, sonuçtan mutlu veya mutsuz şekilde ayrılmak, takip eden hafta içinde sonuçları tartışmak ve bir sonraki seneye kadar beklemek üzere rafa kaldırmak.

Oscar, tam bir şenlik sinemaseverler için. Bir nevi bayram.

Şovuyla, adaylarıyla, ikon isimleriyle tüm gece heyecanla ayakta tutan yılın sinema gecesi.

Akademi ödülleri bu gece, yani pazarı pazartesiye bağlayan gece 90. kez klişe tabirle “sahiplerini bulacak” (Şu bayan Oscar jargonuna da yeni bir çözüm üretmek lazım ya neyse)

Bu gece ne olursa olsun, geçen seneden daha ekstrem, tuhaf bir gece olmayacağı kesin. Ne olmuştu geçen sene? Sinemaseverlerin unutmaları mümkün değil zaten. Tarihi bir geceye (daha doğrusu rezalete) tanık olmuştuk Faye Dunaway ve Warren Beatty’in yanlış anonsu sayesinde.

Bütün bir La La Land ekibi sahnede maskara olmuştu. Üstelik ekip sahneye çıkıp ödülü alıp sevinirken, teşekkür konuşmasını bile yaparken bu rezalet ciddi bir süre düzeltilmemişti. Düzeltildiğinde de zaten çok geç olmuş, Oscar tarihinin en büyük rezaletine imza atılmıştı.

Bu konuda ise Faye Dunaway’in pişkinliği  (O konuda kendisine ben de kırgınım) , Beatty bir şeylerin ters olduğunu sezmesine rağmen, resmen dürtükleyerek “hadi artık açıkla “ gibisinden hareketiyle Beatty’i hataya zorlaması ve rezillik yaşandıktan sonra da tüm topu Beatty’e atması unutulacak cinsten değil.

Her neyse, sevabıyla günahıyla bu gecenin üstünden bir yıl geçti. Peki şaka gibi olan ne? Bu ikilinin bu gece tekrar “En iyi film” ödülünü takdim edecek olmaları. Tahmin etmek zor değil zaten, geçen yıla göndermeler, bayat şakalar sahnedeyken havada uçuşacaktır.
Umarım bu son derece yaratıcı(!) şakayı yapmaktan vazgeçerler.

Gelelim bu yıla. Genel olarak tatmin edici bir ödül sezonu değildi kendi adıma söylemek gerekirse. İnsan, vasat dediği yılları bile özlüyor bu senenin adaylarına bakınca. İyi filmler çıkmadı mı? Var elbette. Zaten alırlarsa onların ödülleriyle teselli bulacağım bir gece olacak.

Fakat tüm bu vasatlığın aksine oyuncu kategorilerinde alması muhtemel isimleri düşünmek heyecan verici. Yıllardır içimizde ukde kalan Gary Oldman’ı gecenin sonunda elinde Oscar’ı ile görmek ve Frances McDormand’in ikinci Oscar’ını alması gibi güzel ihtimaller var.

Kategorilere göz attığımızda fazla sürprize açık bir kategori yok gibi. Ana dalların çoğunda favori isimlerin almasına kesin gözüyle bakılıyor.
Bence yabancı dilde en iyi film dalı, ana kategorilere göre daha nitelikli ve çekişmeli. İbreler Zvyagintsev'in Loveless'ından yana olsa da Altın Palmiyeli The Square ve çok sevdiğim Macar Sinemasından On Body and Soul da Loveless'i zorlayacak filmler.

Gelelim Kim alır/Kim almalı kısmına. Belirttiğim gibi ana kategorilerde sürpriz pek görünmediği için benim de tahminlerim çoğunlukla aynı yönde. İşte benim kim alır/kim almalı listem:

En iyi film:
Kim alır: Three Bilboards Outside, Ebbing Missouri
Kim almalı: Three Bilboards Outside, Ebbing Missouri

En iyi yönetmen:
Kim alır: Guillermo Del Toro (Shape of Water)
Kim almalı: Christopher Nolan (Dunkirk)

En iyi erkek oyuncu:
Kim alır: Gary Oldman (Darkest Hour)
Kim almalı: Gary Oldman (Darkest Hour)

Gary Oldman'ı Darkest Hour'da gördüğüm an, şu performansı gördükten sonra, ''kim başka bir adayı favori olarak gösterebilir ki?'' diye düşündüm. Film, zaten tamamen Oldman'ın sırtında ilerliyor ve Oldman da filmin kendisine bıraktığı alanı sonuna kadar değerlendiriyor.

En iyi kadın oyuncu:
Kim alır: Frances McDormand (Three Bilboards Outside, Ebbing Missouri)
Kim almalı: Frances McDormand (Three Bilboards Outside, Ebbing Missouri)

Ekstra bahsetmeye bile gerek yok aslında. Frances McDormand ikinci Oscar'ına sadece birkaç saat uzaklıkta. Sonuna kadar hak ettiği bir ödül.

En iyi yardımcı erkek oyuncu:
Kim alır: Sam Rockwell (Three Bilboards Outside, Ebbing Missouri)
Kim almalı: Sam Rockwell (Three Bilboards Outside, Ebbing Missouri)

En iyi yardımcı kadın oyuncu:
Kim alır: Allison Janney (I, Tonya)
Kim almalı: Allison Janney (I, Tonya)

En iyi animasyon:
Kim alır: Coco
Kim almalı: Loving Vincent

Loving Vincent, son yıllarda izlediğim en incelikli, en farklı animasyon. Sadece animasyon değil, bir yapım olarak bakıldığında bile göz kamaştırıcı. Anlamsız şekilde Coco'nun arkasında kalmasına üzülüyorum. Bir sürpriz olur mu, sanmıyorum ama ola ki alırsa gecenin en çok sevineceğim ödüllerinden biri olur.

Yabancı dilde en iyi film:
Kim alır: Loveless
Kim almalı: On Body and Soul

Gecenin en çetin ceviz yarışı ve şüphesiz adayları diğer ana kategorilerden daha nitelikli kategorisi. Rusların Nuri Bilge Ceylan'ı ilk Oscar'ını alır mı göreceğiz fakat iki yıl önce eğer Son of Saul ile Oscar Macarlara gitmemiş olsaydı kesinlikle On Body and Soul'un adayların arasından sıyrılacağını söylerdim.

Belli başlı kategorilerde tahminlerim böyle. Geceden en büyük ama gerçekleşme ihtimali düşük olan isteklerim ise, yönetmenlik dalında Nolan'ın Oscar'ı alması, On Body and Soul'un Macarlara ikinci Oscar'ı getirmesi. Loving Vincent'in animasyon ödülünü kazanması.

Ayrıca umarım politik doğruculuk ayağına Get Out'un ödüllere boğulmayacağı bir gece olur.

Herkese iyi seyirler.



28 Şubat 2018 Çarşamba

Bir yazar bir kitap: Eduardo Galeano- Zamanın Ağızları

Uruguaylı büyük yazar, yazdıklarıyla bana çok şey katan insan Eduardo Galeano'nun ''Zamanın Ağızları'' isimli kitabı da Sel Yayıncılık tarafından külliyata kazandırıldı.

Sel Yayıncılık, Galeano külliyatının kalan birkaç parçasını eklemeye devam ediyor. Gün gelecek, artık Türkçe’de basılacak bir Galeano kitabı kalmayacak. İşte o zaman gerçekten veda edeceğiz büyük yazara.

10 Şubat 2018 Cumartesi

Ansızın akla düşenler...

Chris Cornell.
18 Mayıs 2017’den beri bu dünyada değil.
Yalnızca şimdi değil, her daim akla düşecek olanlardan.

Huzur içinde uyu

8 Şubat 2018 Perşembe

Göteborg Film Festivali’nden Notlar

Üç haftadır soğuk havasına ters gayet sıcak, pozitif insanların yaşadığı İskandinavya’dayım. İsveç’in şirin, küçük (esasen en büyük ikinci kenti fakat ülkemize göre kıyaslandığında son derece sakin, küçük kalıyor tabii) Göteborg kentindeyim. Erasmus vesilesiyle geldiğim bu şehirde haziran ayına kadar kalacağım.

Tabii gelir gelmez, şehirde ne var ne yok keşfe çıkmışken Göteborg Film Festivali gibi harika bir etkinliğe denk geldim. İskandinavya’nın en büyük film festivali olma özelliği taşıyan bu festival, bu yıl 41. kez düzenleniyormuş.

Ocak ayı boyunca şehrin her yerinde bilboardları süsledi Alicia Vikander’lı tanıtım posterler. Kendisi bu yıl festivalin onur konuğu olarak şehre gelmiş fakat ben kaçırdım söyleşisini. Ayrıca Juliette Binoche de festivalin konukları arasındaydı.

Gelelim festival içeriğine. Programa baktığımda Türkiye’den dört filmin katıldığını gördüm. Yol, İşe Yarar Bir Şey, Mavi Sessizlik ve Uzak Evren.
İşe Yarar Bir Şey’i Türkiye’deyken izlemiştim vizyonda , onu burada pas geçtim o yüzden. Geriye kalan seçeneklerden de Türk Sineması’nın mihenk taşı Şerif Gören- Yılmaz Güney filmi Yol’u seçtim.

YOL
Fazla söze hacet yok zaten hakkında. Türk Sineması için bir kilometre taşı. Türkiye’den binlerce kilometre ötede, hiç ummayacağım bir yerde sinemada deneyimleme fırsatı buldum.
Salon tamamen doluydu. Film öncesi bir görevli geldi, Yılmaz Güney hakkında bilgi verdi seyircilere. Arkasından seyircilerinden hayret nidası ve alkış geldi.



Bir isimle aynı ülkeden olmanın mutluluğunu, o ortak paydanın sevincini hissettim.
Ve fakat öte yandan da filmi izlerken sürekli o salondaki İsveçli seyircilerin filmi nasıl algıladıklarını merak ettim. Yani öyle film ki mesela ,  kardeşinin ölüsünü gördükten sonra töre kuralları gereği , eve girip kardeşinin karısına “artık kocan benim” demek veya sadece bu da değil, filmdeki tüm güneydoğu sahnelerinde yaşananlar bir İsveçli seyirci tarafından nasıl bir mantığa sığdırılarak anlaşılabilir ki? İşin bir başka boyutu yıl 2018 olmuşken, artık bunlar yaşanmıyor demek mümkün mü?

Tüm bu düşünceler kafamda dolanırken izledim Yol’u ve filmin sonunda da salonca alkışlayarak bir selam yolladık Güney’e ve Şerif Gören’e.

PHANTOM THREAD
Günümüzün auteur yönetmenleri sınıfına sokabileceğimiz Paul Thomas Anderson’un merakla beklenen son filmi Phantom Thread da festivalde izlediklerim arasındaydı. Bu filmin anlamı ise usta oyuncu Daniel Day-Lewis’in beyazperdeye veda filmi olması.

Phantom Thread belki There Will Be Blood gibi bir şaheser niteliği taşımasa da Anderson , Inherent Vice ile yaşattığı hayal kırıklığını fazlasıyla telafi ediyor. Yine çok iyi bir dönem sineması örneğine imza atıyor.
Daniel Day-Lewis için de beyazperdeye son derece zarif, şık bir veda filmi. Onu son kez izlemiş olmak hüzün verici.

Sadece Day-Lewis değil, ona eşlik eden oyuncular da son derece güçlü bir performans sergiliyorlar. Özellikle Vicky Kripers (geçtiğimiz yıl Young Karl Marx’ta oynamıştı) Bu performansından sonra daha çok ses getirir diye umuyorum. Day-Lewis ile çok iyi bir kimya yakalamışlardı filmde.

Sonuç olarak Paul Thomas Anderson izlemesi keyifli, yönetmenliği, oyunculukları her zamanki gibi güçlü bir film sunuyor izleyenlere.

YOU WERE NEVER REALLY HERE

Gösterimi yılan hikayesine dönmüş, artık adıyla müstesna şekilde bir türlü burada olmamasıyla anılan , Lynn Ramsey'in son filmi: You Were Never Really Here

Filmekimi 2017 programında yer alıyordu fakat son anda gösterimin iptal olmasıyla biz merakla bekleyen sinemaseverlere yar olmamıştı. Sadece Türkiye'de değil, dünya çapında da gösterim tarihlerinin ertelenmesiyle filmin adeta basireti bağlanmıştı.

Aylar sonra ise, hiç ummadığım yerde, zamanda nihayet Ramsay'in son harikasını görme fırsatı buldum.

Bizi uzun süre bekleten Lynn Ramsey, bu süre içinde We Need to Talk About Kevin'in üzerine çok şey koyarak dönmüş ve yeni hipnotik bir başyapıt ortaya koymuş. Bu seferki gerilim ve dramanın etkisi We Need to Talk About Kevin'i da soft bırakan cinsten.

Boşuna uzun yıllar bekletmemiş Ramsey. Tüm beklentileri sonuna kadar karşılayan bir film. Yönetmenlik hüneri, oyunculuk, senaryo, her bir öğesiyle ortaya kusursuz bir bütün çıkmış.

Joaquin Phoenix; depresif, geçmişi travmalarla dolu ve intikam hırsıyla dolan bir karakteri olabilecek en iyi şekilde yaşamış. Performansları arasında top 5'e konacak cinsten. Zaten Cannes'daki ödül de bunun işaretiymiş. Henüz Gary Oldman'in Darkest Hour performansını görmedim fakat eğer Phoenix bu yıl yarışta olsaymış, erkek oyuncu kategorisinin kazananı bu kadar net olmazmış.

 Keza senaryo ödülü de aynı şekilde isabet. Bir puzzle gibi, film boyunca yavaşça birleşiyor o parçalar, ilmek ilmek örmüş Ramsey ve yer yer korku-gerilime de kayan senaryo hiç sekmeden akıyor.

Ayrıca Jonny Greenwood'un da atmosfere olan etkisinden bahsetmek lazım. (Zaten aynı yıl içinde Phantom Thread'in de müziklerini yaptı, altın çağını yaşadı belki de bu yıl) Yaptığı müzikler filmi çok güzel tamamlamış.

Filmin bu yıl yarışa girmemesine çok üzüldüm. Umarım seneye unutulmaz. Kesinlikle bir kez izleyerek doyulacak bir film değil. Tekrar izlemek için sabırsızlanıyorum.

24 FRAMES

Ve festivalde izlediğim son film, usta yönetmen Abbas Kiyarüstemi'ye veda filmi: 24 Frames

Kiyarüstemi üstad, 24 Frames ile beyazperdeye neden aşık olduğunu anlatmış sanki. Filmin 24 parçası, aslında film bittikten sonra düşününce bir bütün haline geliyor ve onu zihinde zaten ayıramıyor izleyici.

Büyüleyici karelerden oluşan, adeta fotoğraflara can katan Kiyarüstemi, farklı bir sinema deneyimi sunuyor.

Filmin sonunda da alkışlayarak veda ettik üstada. Huzur içinde uyusun.



4 Şubat 2018 Pazar

İŞTE BUNUN İÇİN YAZILIR: TOLGA KARAÇELİK!

Uzun zamandır suskun kaldım, yazmak istedim, erteledim, kendimde o cümleleri, yazmak istediklerimi toparlayabilecek berrak bir zihin olsun diye bekledim.

Ve geçen gün o fotoğrafı gördüm...

Yönetmen Tolga Karaçelik. Gişe Memuru ve Sarmaşık gibi iki güzel filmi Türk Sinemasına kazandırmıştı.
Şimdi de yeni filmi Kelebekler ile geri döndü ve Sundance Bağımsız Filmler Festivali'nde, Dünya Sineması bölümünde en iyi film ödülünü yönetmen Ruben Östlund'un elinden aldı.

Ödül töreni sonrasında çekilen işte bu fotoğraf da beni bu satırları yazmaya itti.
Neden bu fotoğraf beni bir şeyler yazmaya itti?

Çünkü bu fotoğrafa baktığımda, en sade haliyle ''yaptım'' hissini gördüm.
Yani her şey bir yana; ödül, tören, ün, sinema çevresi vs. hiçbiri için değil, insanın kendisi için, kendi kişisel tarihi için bir şey yapmış olması hissi. Bu çok güzel bir duygu olmalı.

Tebrikler Tolga Karaçelik.

Bumerang - Yazarkafe