25 Nisan 2014 Cuma

VİZYON GÜNLÜĞÜ: THE AMAZING SPIDER-MAN 2

2002-2007 yılları arasında Sam Raimi yönetmenliğindeki Spider-Man serisi kanımca büyük hüsran yaratan üçüncü film hariç eli yüzü düzgün güzel bir sinema serüveniydi.
Özellikle ikinci filmin izlediğim en iyi çizgi roman uyarlamaları arasında yer aldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Hala da öyledir, Spider-Man için kolay aşılamayacak bir çıta olmuştur ikinci film.

Rolüne bence hep yakışmış olan Maguire, iyi bir villain seçimi ve Raimi'nin estetik aksiyon sahneleri (ikinci filmdeki tren sahnesi desem herkes hatırlar herhalde) ile hatırlanacak iyi bir projeydi.

Sonrasında gelen Sam Raimi yönetmenliğindeki üçüncü film o büyüyü bozdu. Gişede iyi bir hasılat elde etmesine rağmen serinin fanatiklerinin hışmına uğradı.
Ve seri için sessizlik dönemi...
Herkes dördüncü bir film beklerken, önce 2010 denildi, sonra Sony ile anlaşılamayınca Raimi ve Tobey Maguir çekildi. Böylece 2002'de başlayan serinin sonu geldi.

Artık ''reboot'' zamanı.
Gerekli olup olmadığı hala tartışıladursun, Örümcek yeni bir sayfa, yeni bir imaj ile beyazperdeye aktarılacaktı.
Bu seferki örümcek Andrew Garfield, yönetmen koltuğundaki isim ise Marc Webb olmuştu.

İlk film ''The Amazing Spider-Man'' 6 temmuz 2012'de izleyici ile buluştu.
Her ne kadar ilk film için çok kötü diyemesem de, umut veren bir başlangıç yapmış olsa da yeni Spider-Man Andrew Garfield'a ısınamayışım (ki hala geçerlidir), Maguire'nin canlandırdığı ve karaktere yakışmış olan Spider-Man'ın aksine çizdiği ve eğreti duran farklı profil, Marc Webb'in estetik yoksunu, yetersiz aksiyon sahneleri ve iddiasız bir villain seçimiyle Raimi döneminin aksine buruk bir tat bırakmıştı damakta.

Şimdi ise karşımızda ''The Amazing Spider-Man 2'' duruyor.
Aynı kadro ile devam eden serinin bu filminde iki villain var: Electro ve Green Goblin
Bu rollerde Jamie Foxx (Electro) ve Dane DeHaan'ı izleyeceğimiz ''The Amazing Spider-Man 2'' bugün vizyonda.
Filmden gelen ilk yorumlar ise pek iç açıcı değil. Sanırım beklenti varsa o beklentiyi düşürerek izlemekte fayda var.

İyi seyirler


21 Nisan 2014 Pazartesi

19. İZMİR KİTAP FUARI'NDAN NOTLAR

19. İzmir Kitap Fuarı, cumartesi günü ziyaretçilerine kapılarını açtı. Ben de fuarın ikinci günü olan pazar günü fuar ziyaretimi gerçekleştirdim ve o havayı soludum. Haftasonu olması sebebiyle tabii hatırı sayılır bir kalabalık fuar merkezine akın etmişti. Yorucu da olsa İzmir Kitap Fuarı kesinlikle keyifli bir vakit sundu.

Fuar sonrası fuardan notlarımı maddeler şeklinde sıralamak istedim.

* Öncelikle okurların merak ettikleri indirim oranları...  İndirimler genellikle yüzde 20-30 arası. yüzde 30'dan yukarısını göremedim şahsen. Gezdiğim, gördüğüm kadarıyla Sel, Can ve Metis yayınları'nın indirimleri diğer yayınevlerine göre daha uygundu.
Kitap fuarı'na katıldığı halde ancak yüzde 15-20 indirim yapan ne yazık ki cimri yayınevleri de vardı.

* Kitap Fuarlarında amaç birçok yayınevini bir çatı altında toplayarak okuyucuyu daha fazla kitapla buluşturmak olduğuna göre keşke yayınevleri de yılın bu dönemlerinde ellerinden geldiğince okuyucuyu kitapla buluşturabilmek için çaba gösterseler.

* Sel Yayınları, Can ve Metis Yayınları'ndan bahsetmişken özellikle Sel yayınları'na ayrı bir parantez açmak isterim. Sattıkları kitaplar hakkında gayet bilgi sahibi ve son derece ilgili stand görevlilerine sahiplerdi. Bu tavırlarıyla beni fethettiler açıkcası.
Kitap alırken ayaküstü bir sohbet tavsiye olunur.

* En çok rağbet Can, İletişim, Doğan Kitap gibi yayınevlerinin standlarındaydı. Yoğunluktan bir süre Can Standına yaklaşamadım bile. Can Yayınlarının yüzde 30 indirimi mevcut.

* İletişim standında öğle saatlerinde Mahir Ünsal Eriş oturuyordu. Maalesef o gün orada olacağından haberim yoktu. İtiraf edeyim ki görünce kahroldum. Bilseydim yanımda kitaplarıyla giderdim fuara.

* Penguen ve Uykusuz şaşalı bir stand ile yer alıyorlardı fuarda. En çok şaşırdığım ise Ot standı oldu.
Ne yazık ki Penguen ve Uykusuz'un aksine kuytuda, oldukça küçük bir stand ile yer alması üzdü ve şaşırttı.
Daha fazla rağbet olmasını beklerdim fakat stand önünde kalabalık göremedim.

* Ot standında ciltli sayılar 10 lira, tekli eski sayılar ise 3 liradan satılıyordu. İlk sayısını tekli olarak almak istedim fakat yoktu ellerinde. İçimde kaldı maalesef.

* Metis yayınları standında seri kitaplar oldukça uygun bir fiyata satılıyordu. Örneğin Yüzüklerin Efendisi serisi, üç kitap toplam 60 liraya bulunabiliyor. Sevenleri kaçırmasın.

* Kitap alışverişinden sonra keyifli bir Ercan Kesal söyleşisiyle günü noktaladım. Söyleşiye katılım oldukça yoğun olmakla beraber ayakta izlemek zorunda kaldım ki benim gibi ayakta birçok kişi de Ercan Kesal'in keyifli anlatısını dinledi. Söyleşi sonrası Mahir Ünsal Eriş'den sonra Ercan Kesal İletişim standında kitap imzaladı.

* Bir de unutmadan Ercan Kesal söyleşisinden bir not. Okurları için güzel bir haber verdi, yeni çıkacak kitabını tanıttı: Evvel Zaman
Bir Zamanlar Anadolu'da filminin yapım sürecini ele alan kitabın mayıs ayı içerisinde çıkması beklendiğini belirtti Kesal.

* Yorucu ve bir o kadar keyifli geçen günün ardından fuarın üst katındaki kafeteryadan çay alıp bir masaya kurulmayı da ihmal etmedim. Çayınızı yudumlarken diğer yandan aldığınız kitapları karıştırmak keyif veriyor hiç şüphesiz.

Unutmayın fuar önümüzdeki pazar gününe kadar ziyaretçilere açık. Eğer hafta içi vaktiniz varsa cumartesi-pazar gibi kalabalığın yoğun olduğu günler yerine hafta içi ziyaret etmeniz rahat kitap alışverişi yapabilmeniz için daha yararlı olacaktır.

İyi okumalar.

18 Nisan 2014 Cuma

YARIM KALMIŞ BİR OKURA HİSSETTİRDİKLERİYLE: GABRIEL GARCIA MARQUEZ (1927-2014)

Dün gece, bir haber hızla yayılıyor sosyal medyada.
Nobel ödüllü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez, 87 yaşında hayata gözlerini yumuyor.

Garip hissediyorum kendimi. Çünkü sadece birkaç saat öncesinde Kırmızı Pazartesi'yi haftasonu alıp okuma planları yapıyordum Marquez'in ölümünden habersiz. Sadece birkaç saat öncesinde.
Bu üzücü tesadüf üzerine bir suçluluk duygusuna kapılıyorum.
Utanıyorum. Tam da Kırmızı Pazartesi'yi henüz okumadığım için kendimden utanmışken şimdi bu haber üstüne daha çok utanıyorum...

Nedendir bilmiyorum Marquez'in sayfaları ile yollarım üç kitabı haricinde buluşmadı şimdiye dek.
O yüzden bu hissettiğim suçluluk duygusu, ölümü ile yaşadığım üzüntüyü yetersiz, yapay kılıyor belki de.
Buradaki yetersizlikten kastım ölümüne üzülmemek değil, bir okur olarak üstüme düşeni yapmamış olmanın verdiği eksiklik ve üzüntü kastettiğim.

Şimdi geç de olsa Kırmızı Pazartesi'yi okuma listemde ilk sıraya koydum. Belki önümüzdeki günlerde o satırlarla buluşup kitabı bitirdiğimde Marquez'i anlamaya biraz daha yaklaşmış olurum. Ölümünün yasını ve gerçekten ölümüyle edebiyat dünyasında oluşan boşluğu daha iyi hissedebilirim.

Marquez şimdilik hala yaşıyor benim için. Okumadığım kitapları kaldığı sürece. Bana hissettireceği, anlatacağı hikayeleri, düşünceleri var olduğu sürece ölmeyecek Marquez. Çünkü o satırlarda hala bir hayat var.
Bedeni bu dünyadan gitse de satırlarıyla benim gibi henüz eksik bir okura aktaracağı şeyler olan bir yazar var: Gabriel Garcia Marquez...
O yüzden yas tutmak için erken. Henüz bir insan olarak yasını tutmuş olsam da eksik bir okur olarak yas tutmayı hak etmedim.

16 Nisan 2014 Çarşamba

BİR YIL SONRA DURUP BU NOKTADA BAKMAK, YAZMAK...

Defterden Notlar'ı oluşturup burada yazmaya başlayalı bir yıl olmuş farketmeden de.
Bu noktada durup da düşündüğüm zaman aklıma ilk gelen şey bir söz oldu. İzleyenler hatırlayacaktır. Genç yaşta kaybettiğimiz Seyfi Teoman'ın ''Bizim Büyük Çaresizliğimiz'' filminde Ender karakteri şöyle bir şey söyler: ''Okumak kimilerine yazmayı öğretir, banaysa yazmamayı öğretti''

Bu söz her aklıma geldiğinde ne kadar bocaladığımı düşünüyorum aslında. Çünkü kendi açımdan düşününce hak veriyorum. Kitap okudukça, yeni şeyler öğrendikçe, o usta kalemleri okudukça aslında ne kadar da kaleminizin küçük kaldığını anlıyorsunuz. Bir cesaret kırılması oluyor bazen. Öyle satırlar okuyorsunuz ki okurken kendi yazdıklarınızdan utanır hale gelebiliyorsunuz. Bu yüzden bazen hiç yazmıyorsunuz, sadece okuyorsunuz. 
Bu işte bir ters orantı var gibi. Okudukça, veya daha doğrusu sadece okumak için de geçerli değil. Aynı zamanda dinledikçe, izledikçe dünyanız genişliyor, bilgi dağarcığınız artıyor ama sanki bir yandan da kendinizi bir ''hiç'' olarak hissetmeye doğru yol alıyorsunuz. Çünkü bu bir açlığa yol açlıyor. Daha çok okuma, daha çok izleme, daha çok dinleme ve daha çok ''keşfetme'' duygusu.

Ama işte her ne kadar bir noktada cesaret kırılması yaşasa da insan, o keşfetme duygusunun da itelemesiyle yazmayı denemek istiyor. Bir şeyler denemek. Hiçbir beklenti olmadan, sadece içindekileri dökerek yazmayı denemek.
Sanırım bu yüzden de işte ürkek adımlarla yazmayı denemeye devam ediyorum ben. Okumak yazmamayı öğretse de, bir yandan da ısrarla bir şeyler karalayabilmek istiyorum. Bu yüzden karalamaya devam ediyorum bu noktada.

Gelelim bu blogun öncesine...

Aslında bu blog öncesinde blogger'lık maceram vardı, devam ediyordu. Sadece sinema üzerine yazdığım iki blog denemem vardı ancak bunlar uzun süreli devam edemedi. Çünkü açıkcası sadece sinema üzerine yazmak bir süre sonra bana sıkıcı demeyelim de bir alan sınırlayıcı olarak gelmeye başladı. Çünkü konsept sinema olunca o konseptin dışına çıkıp blogun amacından sapmamak için başka herhangi bir konuda yazamıyordunuz.  Bu da bir süre sonra can sıkıcı olarak gelmeye başladı. 

Bir başka sebep de sinema üzerine yazdığım yazılar ve halen arada bir yazıyor olduğum yazılar işinin ehli, teknik analiz içeren yazılar değildi. Dolayısıyla hala sinemadan kopmamış olsam da, ilgimi hiçbir zaman kaybetmemiş de olsam kendimi bu konuda rahatlıkla eleştiri yazabilecek uzman kapasitede görmedim hiçbir zaman, iddialı olmadım. Benim yazdıklarım sadece o filme yönelik duygularımı içeren, beğeni unsurlarıyla alakalı yazılar. 
O yüzden sadece sinema üzerine bir blog işini, sinema-tv üzerine eğitim görmüş olan, mesleği bu yönde veya yeteneği bu yönde olan arkadaşlardan okumak en iyisi olacaktı. Bu sebepten blogger geçmişimdeki sinema blogum uzun sürmedi.

Konu sınırlaması olmayan, başka tabirle ''kişisel'' bir blog oluşturmak istedim. Aklıma gelenleri, hafızama kazınanları, izlediklerimi, dinlediklerimi veya gördüklerimi içerecek bir blog olmalıydı.
Böylece ''Defterden Notlar'' ortaya çıktı. Evet, belki ismiyle müsemma değil, defterin yerini klavye, teknoloji almış olsa da deftere alınan o küçük notlar samimiyetinde olsun istedim. Eğer bugüne dek bu blogu okuyanlara bu samimiyet geçtiyse ve okuyanlarla, yorum yazanlarla birlikte bunu oluşturabildiysek o zaman ne mutlu bana. 

Okumak dalgalı bir deniz gibi. Kimi zaman yutuveriyor, cesaret kırıyor, kimi zaman da itiyor yazmaya. Bu yüzden her şeye rağmen yazmayı denemek güzel şey. Denemeye devam o halde.

15 Nisan 2014 Salı

19. İZMİR KİTAP FUARI

Bu ay İzmir ve çevre illerdeki okurlar için önemli bir etkinlik var: İzmir Kitap Fuarı
Bu yıl 19. kez düzenlenecek olan fuar, her yıl olduğu gibi bu yıl da Nisan ayında 19-27 nisan tarihleri arasında Uluslararası İzmir Fuar alanında gerçekleşecek.

Fuarın etkinlik programı da geçtiğimiz gün açıklandı.
Onur konuğu olarak Feyza Hepçilingirler'in katılacağı fuarda bu yıl 390 yayınevi ve sivil kuruluş Egeli ziyaretçilerini bekleyecek.
Girişin ücretsiz olacağı fuar her gün 11.00-20.00 saatleri arasında ziyaret edilebilecek. (Fuarın son günü 11.00-19.00)

Murathan Mungan, İlber Ortaylı, Yekta Kopan, Ercan Kesal, Ahmet Ümit, Üstün Dökmen, Ayfer Tunç, Murat Gülsoy gibi dikkat çeken simaların da katılacağı fuarın etkinlik programını www.tuyap.com.tr adresinden öğrenebilirsiniz.





11 Nisan 2014 Cuma

VİZYON GÜNLÜĞÜ: THE GRAND BUDAPEST HOTEL

Bu hafta vizyona giren filmler içerisinde şüphesiz en dikkat çekici olanı Wes Anderson'un yeni filmi The Grand Budapest Hotel.

İlk gösterimini 64. Uluslararası Berlin Film Festivali'nde yapan ve festivalde Jüri Büyük Ödülü'nün sahibi olan film hem aldığı yorumlarla hem de heyecanlandıran kadrosuyla sinemaseverler için büyük merak konusu olmuştu. Bir de yönetmen Wes Anderson'un önceki uzun metraj işi Moonrise Kingdom'un da bu yeni film için  izleyicide oluşturduğu beklenti artınca sabırsızlıkla beklemek kaçınılmaz oldu.

Bizde ilk kez 5 nisanda başlayan 33. İstanbul Film Festivali'nde izleyici ile buluşan film, festivaldeki gösteriminden kısa bir süre sonra, neyseki biz henüz izlemeyenleri fazla bekletmeyerek bugün vizyona giriyor.

Ralph Fiennes, F. Murray Abraham, Mathieu Amalric, Adrien Brody, Willem Dafoe, Tilda Swinton ve daha saymadığım yıldız oyuncu kadrosuyla oyunculuk olarak daha izlemeden güzel bir seyirlik sunacağına hiç şüphemin olmadığı film, hem yönetmeni hem de hikayesiyle de tıpkı ''Moonrise Kingdom'' gibi sıcak bir hikaye sunacak gibi görünüyor.

Hikayeye kısaca değinirsek:
İzleyiciyi Avrupa'da savaşın kapıya dayandığı bir zaman dilimine götüren filmde; lüks ve zenginlerin gözbebeği olan Büyük Budapeşte Oteli'nin müdürü Gustave (Ralph Fiennes), zengin Madame D.'nin ölümüyle cinayetten suçlanır ve zor duruma düşer.
Ortada Madame D.'nin Gustave'a miras bıraktığı paha biçilmez ''Elmalı Oğlan'' tablosu vardır ve Gustave bu tabloyu sahiplenmeye kararlıdır.
Madame D.'nin oğlu Dimitri (Adrien Brody) ise bu tabloyu Gustave'a kaptırmak istemez ve ikili arasında türlü oyunlar başlar. Bu süreçte Gustave'ın yardımcısı Zero (F. Murray Abraham) ise yine Gustave'ın yanında olacak isimdir.

İyi seyirler:

7 Nisan 2014 Pazartesi

''GHOST STORIES'' ALBÜMÜNDEN İLK KLİP

Coldplay; Önümüzdeki ay çıkacak olan ''Ghost Stories'' albümünün ilk single'ı Magic'i Mart ayında dinleyicileriyle buluşturmuştu.

Biz Mayıs ayı için geri sayım yaparken albümden ilk klip de geldi ve tabii beklendiği gibi ''Magic'' şarkısına geldi. 
Albüm için biz bekleyeduralım, şimdilik klip ile idare edeceğiz. Albümü de 19 Mayıstan itibaren dinliyor olacağız.

 

6 Nisan 2014 Pazar

KURT COBAIN...

Six Feet Under dizisini izleyenler için mutlaka bu sahne tanıdık gelecektir. Kurt Cobain'i 20. ölüm yıldönümünde bu sahne ile anmak istedim.

''Nate Fisher: Kurt cobain died today. He killed himself. He was just too pure for this world.

Young Claire Fisher: Well, his music will live on.

Nate Fisher: Yeah, it will.''


Seveni kadar sevmeyeni, abartıldığını düşünenleri de bol olsa da hiç şüphe yok ki genç Kurt Cobain'in ölümü sadece Grunge için değil müzik dünyası için de tüm zamanların en sansasyonel ölümlerinden biri oldu.

Hala güzel saçlara sahip, yakışıklı, sanki hala bu dünyada sorunlarıyla boğuşan genç bir adam: Kurt Cobain

                                                         (20 Şubat 1967- 5 Nisan 1994)

5 Nisan 2014 Cumartesi

TÜM ÇOCUK KALABİLMİŞLERE, O MASUMİYETİ KORUYABİLENLERE: OT DERGİ NİSAN SAYISI

Çocuktuk, içimizde bir parça hala çocuk.
Çocukluğumuzu yaşamak istedik, en doğal hakkımızdı. Kimimiz yaşayabildi, kimimiz yaşayamadı.
Coğrafyanın bir köşesinde kimi daha çocuk yaşta ağır yükler altına girdi. Hem çocuk hem ana olan Ünzile gibi binlercesi çocukluğunu yaşayamadan başka bir hayata adım attı, atmak zorunda kaldı. Hala da kalıyor.
İki yıl önce kayınvalidesinin tuvalete kitlediği, verdiği yaşam mücadelesini daha fazla sürdüremeyen Ağrılı Melek Karaaslan gibi.

Kimi çocuk terörün hakim olduğu coğrafyalarda büyümek zorunda kaldı, daha doğrusu büyüyemeden öldü.
Koyun otlatırken üzerine havan topu düşen Ceylan Önkol gibi.

Kimi ayağındaki artık giyilemeyecek hale gelen ayakkabılarla çöpleri karıştırdı, sokakta arkadaşlarıyla oynaması gerekirken. Yolda önümde giderken yanındaki kendi yaşlarındaki çocuğa ''Babam bayadır ayakkabı almadı bana ama söz verdi, alırız belki bu yıl'' diyen, o çocuk saflığıyla, masumiyetiyle, ümidiyle konuşan ismini bilmediğim küçük çocuk gibi. Umarım almıştır ayakkabısını.

Kimini de sokaklar öldürdü, yuttu. Bir sokak ortasında yerde tekmelenirken, bir araba ezip geçerken, bir gaz kapsülü başına isabet ederken öldürüldüler.

Ve hala ölüyor çocuklar... Ölmemeleri gereken yaşta ihmaller, kazalar sonucu ve hatta kasıtlar sonucu ölüyorlar.

Ot dergi bu ay görür görmez vurulduğum bir kapakla çıktı okuyucu karşısına. Bir fotoğraf ve bir sözle çok şeyi özetlemiş aslında Ot. Emeği geçenlerin eline sağlık.
Tüm çocuk kalabilmişlere, o masumiyeti koruyabilenlere...


4 Nisan 2014 Cuma

FOTOĞRAFLAR KALSIN YERLİ YERİNDE

Neden çekilir ki fotoğraf?
Tamam çekilir de, sonrasında baktıkça ıstırap vermesi neden?
İnsan yanında olmayan veya artık hayatta olmayan bir dostunun, tanıdık simanın fotoğrafına bakmaktan zevk alabilir mi? Gülümseyebilir mi o fotoğrafa? Belki de bu yüzdendir fotoğraf çektirmeyi sevmemem.
Bu konuda fazla mı melankolik veya hassasım bilemiyorum. Kalsınlar işte yerli yerinde o fotoğraflar. Kalsınlar istiyorum. Çıkmasınlar gün yüzüne.
Çekilelim bir yemek masasında, yüzümüze yerleştirdiğimiz gülümsememizle ama sonra o fotoğraflarla kesişmesin yollar. Yine bir gün aynı mekanda konuşalım, hasret giderelim, yollar kesişecekse fotoğraflarda değil kanlı canlı kesişsin. Bu yüzdendir fotoğrafları hatırlamak istememem.

Ama işte görmek istemesem de fotoğrafları, gün geliyor çıkıveriyorlar karşıma. Yüzleşmek zorunda kalıyorum birden. Unuttun mu diye soruyorlar. Bir takvim gibi nerede ne yaptığımı kaydetmişler belleklerine, albümlerine...
Zaten fotoğraf albümü oluşturmayı da sevmiyorum, daha doğrusu bugüne dek hiç düşünmedim. Hala yoktur öyle geniş çaplı bir fotoğraf albümüm. Resmi işler için vesikalık fotoğraf çektirme işlemini bile zoraki yapan insanım ben. Çektirdikten sonra da o fotoğrafımı düzgünce incelemiyorum bile. Yüklenmeyin bana fotoğraflar diyorum ama yükleniyorlar işte o az sayıdaki birkaç fotoğraf.

Bilgisayarımda unutulmaya yüz tutmuş bir klasörde çıkıyorlar karşıma gece vakti. Hard diskin içindeki silinmiş birkaç dosyayı kurtarmaya çalışırken o fotoğraflar da sürpriz şekilde çıkıyorlar içinden. Açıp bakıveriyorum ekrana. Buruk bir gülümseme yerleşiyor yüzüme. Hafızamı zorluyorum sonrasında. Fotoğrafın çekildiği saati, mekanı hatırlamaya çalışıyorum. Hatırlamakta zorlanmıyorum çünkü zaten kazınmışlar beynin bir köşesine, sadece hatırlanmayı bekliyorlarmış.
Bir süre inceliyorum. Sonra ne mi oluyor? Pişman oluyorum açıp baktığıma. Azıcık gelen uyku uçup gidiveriyor. Uyuyamıyorum. Sağa dönüyor, sola dönüyorum ama yok. Fotoğraflar, anılar işgal ediyor zihnimi.

Fotoğraflar yerlerinde kaldıkça güzel sanırım. Birilerini, anıları hatırlamak için o fotoğraflara bakmaya gerek duymadıkça güzel.

3 Nisan 2014 Perşembe

VİZYON GÜNLÜĞÜ: NOAH

2000'li yılların başlarından itibaren önce ''Requiem for a Dream'' ile, sonrasında son yıllarda The Fountain, The Wrestler ve Natalie Portman'a ilk akademi ödülünü kazandıran ''The Black Swan'' ile adından sıkça söz ettiren (Ömür Gedik Life of Pi filmini de saymış ancak anlaşılan anlık dikkatsizliğine denk gelmiş veya ben öyle umuyorum, neyse.) ve kurduğu sinema diliyle günümüzün başarılı yönetmenleri arasında yer alan Darren Aronofsky'in son filmi ''Noah'' bugün vizyona giriyor.
Evet, evet giriyor. Yasaklanmadı yani. 

Nuh Peygamberi ve tufanı ele alan film, yapım aşamasından beri hem Hristiyan ülkelerden hem de Müslüman ülkelerden tepki toplamıştı. Katar, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Müslüman ülkelerde yasaklanırken Hristiyan aleminin de baskısıyla yapımcı Paramount, filmin başına ''hikayenin kutsal metinden alınmadığını sadece esinlendiğini'' belirten bir ibare koymak zorunda kaldı.  
Bu sancılı süreci bir şekilde az hasarla da olsa atlatan Aronofsky'in son çalışması bugün izleyiciyi karşısına çıkıyor nihayetinde.

Russell Crowe, Anthony Hopkins gibi Oscar ödüllü iki oyuncunun rüzgarını arkasına alan filmde bu iki isme Jennifer Connelly ve Emma Watson eşlik ediyor. Harry Potter filmlerinden aşina olduğumuz ve hakkındaki çocuk oyuncu imajını ''The Perks of Being a Wallflower'' filmindeki göze batmayan oyunculuğuyla bir nebze kırmayı başaran Watson bu filmle de kariyerinde önemli bir adım atmış olacak anlaşılan.

Filme gelirsek; henüz izlemediğimden şimdilik elimde fragman var sadece.
Fragmanını ilk kez ''300: Rise of an Emipre'' öncesi gördüğüm film, ilk izlenim olarak oldukça iyi bir etki bıraktı üzerimde ve sabırsızlıkla kendini bekletti.
İddialı görsel efektler, vaat edilen bolca aksiyon, ünlü oyuncular... Bunlar güzel unsurlar. Ancak gürültülü bir aksiyon çizgisine kayıp çerezlik bir film mi olacak yoksa Aronofsky'in hünerli ellerinde 2014'ün en iyi filmleri arasına girecek bir yapıt mı ortaya çıkacak? Açıkcası bunu merak etmekteyim. 

Bu merak ve endişemin altında yatan aslında temel sebep ise film fragmanından fazlasıyla bir ''2012'' tadı almam. Bilemiyorum sizde de bu izlenim oluştu mu? Fragman kesinlikle iyi, iddialı ancak daha öncesinde Emmerich'in fragmanıyla ses getiren 2012'sinde yaşadığımız o, fragmanının aksine müthiş bir hayalkırıklığı yaratan his bu filmde de yaşanır mı, bunun merakı içindeyim. O yüzden fragmanının coşkusuna kapılıp hemencecik büyük beklentilere giremedim. 

Ancak sonuç olarak Aronofsky isminin verdiği bir  güven var. Referansı bol, basit bir iş beklenmeyecek bir yönetmen var sonuçta kamera arkasında. O yüzden daha izlemeden de olumsuzluklara kapılmanın lüzumu yok sanırım. 

İyi seyirler.


2 Nisan 2014 Çarşamba

BU ADAMI HİÇ RÜYANIZDA GÖRDÜNÜZ MÜ?

Aslında ''bestseller'' psikolojik gerilim romanlarından fırlamış gibi görünen tuhaf hikayeleri pek sevmem.
Bu tür romanları veya hikayeleri sevmememde mesele ''Bestseller'' ünvanı almış olması değil, hikayenin yer yer ucubeliğe, ucuza kaçan bir kurguya dönüşmesi olmuştur.
O yüzden mesafeliyimdir bu tarz romanlara da veya kulaktan kulağa söylenen hikayelere de. (Okuduklarım içinde hakkını verdiklerim de olmadı değil ama)

Yazıya böyle bir giriş yaptım ancak herhangi bir romandan, yazardan bahsetmek için değil. Bir internet sitesinin alt köşesinde yer alan ''Bu adamı hiç rüyanızda gördünüz mü?'' isimli bir banner'dan bahsetmek için bu girişi yaptım.
Çünkü bu banner gerçekten de yazının başında bahsettiğim bestseller psikolojik roman sayfalarından fırlamış gibi duruyor. Merak ettim, açtım okumaya başladım. 2006'da bir psikiyatriste giden hastanın rüyasında hayatında daha önce hiç karşılaşmadığı bir adamı defalarca görmesini ve psikiyatriste bu adamın robot resmini tarif etmesiyle başlayan ve gittikçe geniş bir kitleye yayılan ilginç hikayeyi anlatan bir yazı.

Bahsedilen resme baktım, düşündüm ancak daha önce hiç görmediğime karar verdim. Belki siz de denk geldiniz bu banner'a, belki de gelmediniz. Eğer denk gelmediyseniz buyurun o yazı:
                

                                                                                                                                                                             
''Bu Robot resimdeki adamı hayatınızda hiç gördünüz mü? Ya da rüyanızda? iyi düşünün...Bu adam yüzlerce kişinin birbirinden habersiz şekilde rüyasında gördüğü bir yüz...
Robot resimdeki adamın ilginç bir hikayesi var...2006 yılında New York'ta tanınmış bir psikiyatr, kabul ettiği hastasının garip bir rüyasını dinledi.

Bu rüyada hasta, bir adamın kendisine hayatıyla ilgili tavsiyeler verdiğini görmüştü. Üstelik bu yüzü rüyasında ilk kez görmüyordu. Aynı adam daha önce de sıklıkla rüyalarında ortaya çıkıyordu.
Kadın hasta, bu adamı hayatı boyunca hiç görmediğine ve kesinlikle tanımadığına yemin ediyordu. Haliyle neden sürekli rüyasında gördüğünü de bilmiyordu.

Psikiyatristin isteği üzerine hastanın rüyasında gördüğü bu adamın bir robot resmi çizildi.
Ancak resmin kime ait olduğu elbette bir sır olarak kaldı. Birkaç gün sonra bir başka hasta, psikiyatristin masasında duran bu resmi gördü ve psikiyatriste şu soruyu sordu:
Bu adamı tanıyor musunuz? Ve devam etti "Onu sürekli rüyamda görüyorum ama kim olduğunu bilmiyorum!"
Doktor bu olay üzerine başka doktor arkadaşlarına da bu resmi gönderdi ve hastalarına bu resimdeki adamı rüyalarında görüp görmediklerini sormalarını istedi.

Birkaç ay için arkadaşlarından cevap geldi. Dört hasta daha, resimdeki adamı rüyalarında gördüklerine dair yemin ediyordu. Robot resimden "Bu adam!" diye ürkerek bahsediyorlardı!
Bu iddiaların ortaya atıldığı tarih olan 2006'dan günümüze kadar birbirini daha önce görmemiş tam 2000 farklı kişi bu adamı rüyasında gördüğünü iddia etti.
Üstelik bu insanlar aynı ülkede bile değildi. Los Angeles, Berlin, San Paulo, Tehran, Beijing, Rome, Barcelona, Stockholm, Paris, Yeni Delhi, Moskova gibi birçok ülke merkezinden insan bu adamı arıyordu.

Üstelik bu adamı hayatı boyunca bir kere bile gören bir insana rastlanmamıştı.
Ortalıkta bu adamla ilgili bir efsane dolandı. Bu ilgili sokaklara kadar taştı.
Birbirini tanımayan insanların rüyasına giren bu adamla ilgili ortaya bazı teoriler atıldı.

Rüyalarında bu adamı gördüğünü iddia edenlerin en çok rağbet ettiği teoriler ise şöyle sıralandı:
Arketip Teorisi: Jung'un psikoanalitik teorisine yaslanan bir görüşe göre bu adam kolektif bilincin yarattığı bir arketipti.
Toplumda birbirine benzer travmalar ve dramlar yaşayan insanların birbirine benzeyen rüyalar görmesi mümkün olabilirdi.
Dini Teori: Dindar kişilerin olaya getirdiği yaklaşımsa daha farklıydı. Onlara göre bu resim, kişinin büyük yaratıcı yerine kafasında konumlandırdığı imajdı.
Bu görüşe göre tanrı kendisini insanlara bu şekilde gösteriyordu. Bu nedenle onun rüya görenlerin zihninde yer ettiğine inananlar vardı.
Bu son derece enteresan vakayla ilgili teoriler bunlarla sınırlı değildi.
Rüya sörfü teorisi: Bu konudaki en ilginç teori! En çok ilgi gören görüş de yine bu. Ama elbette bilimsel açıdan en az doğruluk payı taşıyan teori de yine rüya sörfü teorisi...
Teoriye göre bu adam, insanların rüyalarına görmeyi başaran, gerçek hayattan bir insan. Psikolojik özel yetenekleri sayesinde buna muktedir biri.

Bu teorilerin haricinde, bazıları da bunun gerçek hayattan bir sima olduğunu sadece birçok insana benzediğini söylüyor.
Bazılarıysa insanların rüyalarında benzer birini gördüğünü ama aslında bu adama pek benzemediğini, buna rağmen insanların bu resmi kafalarında canlandırdığını iddia ediyor.
Meselenin haddinden fazla büyüyüp kıtalara yayıldığını ve viral kampanyalarda bile kullanıldığını, ayrıca bu adamın resminin bir popüler kültür figürü haline geldiğini de söylemek mümkün.
Öyle ki meseleye vakıf olmayanlar bile adamın suratını ezberledi.
Rüyalara giren bu adamla ilgili en müthiş teoriyi ise sona sakladık. Bazıları bu adamla ilgili bir komplo teorisi geliştirmiş bile.

İnternetteki forumlarda epey ağır basan bu fikre göre bu adam, büyük bir şirketin, insanları akıl hastasına dönüştürmek için planladığı bir oyunun parçası.

Kısacası adamın kim olduğu meçhul ama olayın bu denli büyümesine sebep olan kalabalık kitlenin acil psikolojik müdahaleye ihtiyacı olduğu kesin.''





                                                
                    


                                                                                                                                                                       

                                                                                                                                                                        



Bumerang - Yazarkafe