31 Ağustos 2014 Pazar

BİR YAZAR BİR KİTAP: KADINDAN KENTLER

Alsancak İskelesi, Overlok, asker bavulu, Nurhayat, Adana Seyhan Oteli, dansöz kıyafeti, Emine, burma bilezik...

Yaşadığı veya içine hapsolduğu kentin silüetine bürünmüş kadın karakterler. Eski bir eş, kimi öyküde bir abla, bazen eski bir arkadaş, bazen İstanbul'un erguvanlarını özleyen, yaşam standartıyla hüznünü gizlemiş gurbetteki bir arkadaş.

Her biri ayrı bir şehrin öyküleri, yarım kalmışlıkları, korkuları, hüzünleri.. Kimi bir şehrin göbeğinde, kimi bir kırsalda ama hepsi ortak bir noktada vuruyor okuyucuyu.

Murathan Mungan 16 farklı şehirde geçen ve 16 öyküden oluşan bu kitabında okuyucuyu etkili anlatım diliyle bambaşka diyarlara, öykülere, kadınların iç dünyalarına götürüyor ve bunu yaparken okuyucuyu kendi içinde bir hesaplaşmaya sürüklüyor, hayatıyla yüzleşme fırsatını sunuyor.

Bunlar sadece anlatım gücüyle parlayan öyküler değil, aynı zamanda okuyucu için bir ayna vazifesi de gören kıymetli öyküler dizisi...

26 Ağustos 2014 Salı

BİR KONSER BİR AN...

Takvim 12 Temmuz 1986'ı gösteriyor. Wembley'de olağanüstü bir atmosfer.

Muhtemelen ne kadar şanslı olduklarını ilerleyen yıllarda daha iyi idrak edecek muazzam bir seyirci topluluğu..
Dünyada nice insana kısmet olmayacak tarihi bir anın, gelecek nesillerin internetten imrenerek izleyecekleri bir konserin tadını çıkarmakla meşguller.

Sahnede dev bir isim: Freddie Mercury
O coşku, o söylediği şarkılar yetmemiş olacak ki tüm görkemiyle bir ses düellosuna davet ediyor seyircileri.
Tabii ki hiç kaybetmeyeceği bir düello...






25 Ağustos 2014 Pazartesi

''BAŞKA SİNEMA'' ARTIK İZMİR'DE!

Uzun zamandır İzmir ve çevresinde oturan sinemaseverlerce beklenen, eksikliği hissedilen bir oluşumdu Başka Sinema.

Nitekim geçtiğimiz yıldan bu yana İstanbul, Ankara, Eskişehir ve Bursa'da var olan ''Başka Sinema'' İzmirli sinemaseverler tarafından haklı olarak bekleniyordu.

Nihayet beklenen haber geldi bugün. ''Başka Sinema'' 12 Eylülden itibaren İzmir Karaca Sineması'nda.

Artık İzmir'e de her gün festival!



23 Ağustos 2014 Cumartesi

ÖZLEDİĞİMİZ TARZDA BİR FELAKET FİLMİ: ''INTO THE STORM''

Doğa ananın insanı sınadığı felaket filmleri genellikle orta yolu bulmamakla birlikte ya vezir olur ve bu tarz filmlerin müptelalarını tatmin eder veya rezil olarak yıllarca dalga geçilebilecek, ciddiyetsiz bir sunum çıkarırlar ortaya.

Bu yüzden bu alanda kaliteli bir film her zaman karşımıza çıkmıyor. Nitekim bu sinemanın son 10-15 yılını düşünürsek nice trajikomik örnekler, harcanmış senaryolar, sırtını sadece görsel efektlere dayayan yapımlar gördük, geçirdik. (Yaklaşık 5 yıl önceki Emmerich'in 2012'sini hatırlatsam mesela)

Önceki yıllardan da tecrübe edindiğimiz üzere sadece elinizde sağlam bir hikayenizin veya güçlü görsel ekibinizin olması bir felaket filminin ''iyi'' olarak tanımlanabilmesi için yetmiyor. Etkili bir sunum için tüm bu unsurların ve fazlasının bir dengeye oturtulması gerekiyor. (sürenin dozunda olması, adrenalinin ölçüsünün belirlenmesi, klişe kullanımları vs.)

İşte nihayet tüm bu unsurları oldukça iyi bir dengeye oturtan ve izleyiciyi oldukça tatmin eden sağlam bir yapım çıktı karşımıza: Into The Storm

Hem süresiyle sıkmayan hem de görsel efektlerle birlikte adrenalini, akıcılığı oldukça iyi harmanlayan ''Into The Storm'', sıradan bir felaket filmi bekleyen seyirciyi ters köşeye yatırmayı başarıyor ve sonuna kadar zevkle izletiyor kendini.

Açıkcası beklentilerimin oldukça üzerinde, doyurucu bir film çıktı. Ortalamanın üzerinde, sağlam bir iş diyebiliriz kendisi için.
Dolayısıyla ''hadi klişe bir blockbuster izleyelim'' beklentisiyle gidenleri de fazlasıyla şaşırtacaktır diye düşünüyorum.

Filme konusuna gelirsek, aslında malum ama kısaca özetleyelim:

Yaklaşmakta olan hortum tehdidi her şeyden habersiz Silverton kasabasına doğru ilerlemektedir. Her şeyi yerle bir edebilecek güçteki bu hortumlar kasaba halkını ansızın bir hayatta kalma mücadelesine sürükler.

Bu esnada müdür yardımcısı olarak görev yaptığı lisenin mezuniyet törenini hazırlayan bir baba (Richard Armitage), oğulları Donnie (Max Deacon) ve Trey (Nathan Kress), fırtınaları kovalayıp görüntülemeye çalışan bir tv ekibinin içinde yer alan Allison (Sarah Wayne Callies) ve ekip arkadaşları Pete (Matt Walsh), Daryl (Arlen Escarpeta) ve Jacob (Jeremy Sumpter) bu felaketin ortasında hayatta kalmak için çabalarken yolları kesişecek olan insanlardır.

''Into The Storm'' yazının başında da belirttiğim gibi bir felaket filminde olabilecek tüm unsurları oldukça iyi bir şekilde dengeleyerek baştan sona başarılı bir sunum ortaya koyuyor. Yalpaladığı bazı kısımlar olsa bile çok çabuk ayağa kalkıp toparlamayı başarıyor.

90 dakikalık süresi olan bir film için oldukça uzun sayılabilecek bir giriş kısmıyla başlayan film, tüm karakterlerini izleyiciye tek tek tanıtarak olaya giriş yapıyor ve ısınma turunun ardından filmin sonuna dek hiç dinmeyecek adrenalinin kucağına bırakıyor izleyiciyi.

Yer yer kahramanların elindeki kameralardan yani birincil anlatımdan olayları bize aktaran film, böylelikle sabit kamera kullanımından ziyade bu yola da başvurarak anlatımını güçlendiriyor.

Gelişme bölümünden itibaren bitene dek türünün de hakkını vererek çok iyi görsel efektlerle ve başarılı görüntü yönetmenliğiyle gerilimi üst seviyeye taşıyan ''Into The Storm'' baş döndüren, güçlü bir kompozisyon çiziyor.

Filmin güçlü görsel kısmının yanında bir başka güzel yanı klişelere takılmayıp izleyiciyi boğmaması.
Klişe kullanımı yok mu? Var elbette ama bunların kullanım dozu çok yerinde. Göze batmıyor, uzun sürmüyor ve bu yüzden konsantreyi de bozmuyor. Dramatik, klişe sahnelerin de dozu gayet yerinde. Ana anlatının önünü kesmediğini söyleyebilirim.

Normalde sinemada 3D kullanımını sevmem. Ancak artık gereksiz, yerli yersiz neredeyse her film 3D çekilirken bu filmde 3D kullanılmamasını bir eksiklik olarak gördüm. Sağlam bir 3D çekimiyle yaratacağı etkiyi artırabilirdi ki bu haliyle bile çok iyi.

Felaket filmlerini seviyorsanız ''Into the Storm'' fazlasıyla tatmin edecektir, hatta nefesinizi kesip ıslah bile edecektir.
Fırtına, felaket, sert iklimleri sevenler için bile fazlasıyla ürkütücü ve çok başarılı.
İleriki yıllardır kendi türünde adını sıklıkla hatırlatacak filmlerden. Sinemadayken kesinlikle şans verin.

İyi seyirler

18 Ağustos 2014 Pazartesi

BİR YAZAR BİR KİTAP: ''ANGELA'NIN KÜLLERİ''

''Ekonomik kriz sırasında, Amerika'ya yeni gelmiş bir göçmen ailesinin çocuğu olarak, Broklyn'de dünyaya gelen ve İrlanda'nın Limerick kentindeki yoksul mahallelerde büyüyen Frank McCourt'un anıları böyle başlıyor. Frank'ın babası Malachy, genellikle çalışmadığı, çalıştığı zamanlar da aldığı parayı içkiye yatırdığı için, annesi Angela'nın çocuklarını bakıp besleyecek parası yoktur. Ancak aynı Malachy, sorumsuz ve garip bir adam olmasına karşın, Frank'in hikâye yazma yeteneğini ortaya çıkacaktır. Frank, babasının, İrlanda'yı kurtaran Cuchulain hakkında anlattığı hikâyelerle, annesine bebekler getiren, Yedinci Basamaktaki Meleğin hikâyesiyle beslenerek büyür. Belki de Frank'in hayatta kalmasının nedenidir bu hikâye .

 Frank, paçavralar giyerek, Noel yemeği için domuz başı dilenerek, ateş yakmak için sokak kenaklarından kömür toplayarak, yoksulluğa, açlığa ve akrabalarıyla komşularının umursamaz zalimliğine katlanır. Katlandığı gibi, hakâyesini, yaşama sevinciyle dolu, olağanüstü bağışlayıcı ve etkili bir dille anlatmak için sağ kalır.Her sayfası, Frank McCourt'un şaşırtıcı ve sevencen mizahı ile dolu olan ANGELA'NIN KÜLLERİ, bir klasiğin tüm belirtilerini veren muhteşem bir kitap. Why Should You Doubt Me' (Benden Niye Kuşkulanasın ki?) isimli kitabın yazarı, Mary Breasted'in dediği gibi, "Frank McCourt'un kitabı çok dokunaklı, çünkü insanın yüreğini dağlayan hikayesi gerçek. Hiç kimse, hiçbir zaman yoksullukla çocukluğu böyle anlatmadı. Frank McCourt'un hikaye yazmak için sağ kalması insanı hayrete düşürüyor. Böylesine bir pislik ve sefaletten, kusursuz bir başyapıt yaratabilmiş olması da az mucize değil"




17 Ağustos 2014 Pazar

BENDEN SİZDEN BİRİ YARATMAYI NASIL BAŞARDINIZ?

Genç yaşta bir sır olup gidenlerden...

Genç ölümler hep üzer insanı. Arkalarında yarım kalmış hikayelerini bırakarak ayrılırlar. Son sayfası koparılmış bir kitap gibi, hiç çözülemeyecek bir sır gibi...






                                           Yavuz Çetin (25 Eylül 1970- 15 Ağustos 2001)


16 Ağustos 2014 Cumartesi

HİSLERİMİZE DOKUNMAYA DEVAM EDİYOR: ARA GÜLER

Daha birkaç ay önce hakkında hızla yayılan ölüm haberlerine üzülürken, o; bu iddialara hastane odasından çekilen fotoğrafıyla cevabını vermişti. ''Buradayım hala'' demişti. 
Ve şimdi o insanın doğum gününü kutluyoruz. Hayat böyle güzel detaylarla da dolu olabiliyor işte.

Hala aramızda, hala her fotoğrafıyla hislerimize dokunmaya devam ediyor.

Doğum günün kutlu olsun Ara Güler

Ara Güler'in karesiyle Engin Ergönültaş- Minare Gölgesi

14 Ağustos 2014 Perşembe

BİLİMSEL TEORİLERE YÜZEYSEL BİR BAKIŞ: LUCY

Geçtiğimiz cuma vizyona giren, Fransız yönetmen Luc Besson'un son filmi ''Lucy'', Besson'un bilimsel teorilere National Geographic belgeseli misali slaytlar eşliğinde yüzeysel bir şekilde dokunarak, aksiyon damarını ön plana çıkardığı film olarak tanımlayabileceğimiz bir yapım.

''İnsanoğlunun beyninin yüzde 10'unu kullanması'' gibi yıllardır artık bayat hale gelen bir konuyu arkasına alması dezavantaj ve merak edici bir unsur olmamakla birlikte oyuncu kadrosu ve aylardır dönen fragmanıyla ilgiyi üzerine çekmeyi başarmıştı.
Ve 8 ağustosta vizyona girdi.

Sonuç: Eğlencelik bir film olmuş.

Besson'un istediği neydi bilmiyorum ama ''hadi biz de bilimsel bir film çekelim, eksik kalmayalım'' gibi bir düşüncesi olmuşsa eğer maalesef bu düşünceyi filme yansıtamamış. Ben göremedim şahsen.

Bilimsel (aslında ortada olmayan bilimsel) yönünü ele alırsak detaysız, lise bilgisi düzeyinde, herkesin bilebildiği noktalara parmak basıyor ve bu noktada izleyicinin ilgisini çekmeyi başaramıyor. Bir süre sonra da zaten bambaşka bir raya (bildiğimiz Besson tarzına) giriyor.

Peki olumlu yanı yok mu? Kötü bir film mi?

Tüm bu temellendirilemeyen ve baş ağrıtan bilimsel safsatasını bir kenara bırakırsak eğer, kötü bir film gözüyle bakmıyorum Lucy'e. Salondan memnun ayrıldığımı söyleyebilirim açıkcası.

Beklentileri derinleştirmediğiniz takdirde, ''hadi yeni bir The Fountain, Inception izleyelim, bilim-kurguya doyalım'' gibisinden bu film için fazlasıyla uçuk sayılabilecek beklentilere kapılmadığınız sürece beğenebilirsiniz.

Luc Besson bir deneme yapmış, sonra maya tutmayınca araya bolca Scarlett Johansson'lu sahnelerin olduğu eğlencelik aksiyon dozunu da serpiştirerek bunları telafi etmeye çalışmış.

Oyuncu kadrosu gayet tatmin edici. Son yıllarda yılda üçer beşer bilim-kurgu filmlerinde gözüken, bundan önce Transcendence'de de gördüğümüz (ki o da mayası tutmayan bir bilim-kurguydu) Morgan Freeman ve filmin en büyük artısı diyebileceğimiz Scarlett Johansson filmi keyifli hale getiriyor.

Evet, filmden akılda kalıcı en büyük unsur Scarlett Johansson. Başrol için çok doğru bir seçim olmuş. Oradan oraya uçuyor, kaçıyor, üstün özelliklerini kullanıyor, yer yer espri de patlatıyor, fena da geriliyor. Daha ne yapsın?

Hangi kulvarda olduğunu bilerek gidin, kafa dağıtın, eğlenin, sempatik Johansson'u görün ama çıkınca da unutun derim. Aksi takdirde bilim-kurgu diyerek giderseniz çok yerden yere vurursunuz.

İyi seyirler.

12 Ağustos 2014 Salı

HAYAT AŞILAYAN GÜLÜMSEMESİ ARTIK OLMAYAN: ROBIN WILLIAMS

Pazar sineması kuşağının hala var olduğu zamanlar...
Tüplü bir televizyon. Televizyonda Güner Ümit'in dublajıyla bir Robin Williams filmi. İdealist ve sadece filmdeki öğrencilerine değil, onu izleyen her izleyiciye hayata dair bir şeyler katan bir öğretmen rolünde: John Keating.

Ölü Ozanlar Derneği'nin bu meşhur sahnesindeki gibi bir kez daha bir yaprak yırtıldı ama bu kez bizim anılarımızdan, kimimizin çocukluk, kimimizin gençlik döneminden ama mutlaka Robin Williams filmlerine az biraz bile olsa tanıklık eden, dokunan herkesin anılarından bir yaprak yırtıldı.

Sinema dünyası bir yaprağını daha döktü yere...

Robin Williams artık yok ve ben anılarımdan, geçmişimden bir parça koparılmış gibi hissediyorum...
Robin Williams ölünce biraz daha büyüdüm, izleyicileri olarak bizler biraz daha büyüdük.

Sadece bir aktör değil, tüm rolleriyle zihinde yer edinen bir anıydı. Kocaman ve hayat aşılayan gülümsemesiyle.
İddialar doğru mudur bilinmez ancak her filmiyle düşündüren, bize hayat aşılayan bir aktör keşke bu şekilde hayata veda etmeseydi. Keşke onu da hayata bağlayan bir şeyler olabilseydi.

Hoşçakal Robin Williams.
Hoşçakal Adrian Cronauer, John Keating, Sean Maguire, Patch Adams...


(21 Temmuz 1951- 11 Ağustos 2014)


11 Ağustos 2014 Pazartesi

BİR YAZAR, BİR KİTAP: ''1984''

''Parti'nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.

George Orwell'in kült kitabı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazarın geleceğe ilişkin bir kâbus senaryosudur. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin kontrol altına alındığı, insanların makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü totaliter bir dünya düzeni, romanda inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince ayrıntısına kadar kurgulanmıştır. Geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik olduğu kadar gerçekçi bir romandır Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıttır; yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir uyarı çığlığıdır. 

Can Yayınları, bu "bütün zamanların kitabını" Celâl Üster'in özenli çevirisiyle okura sunmaktan kıvanç duyuyor.''

Kişisel not: Pek manidar oldu, böyle bir günde...

7 Ağustos 2014 Perşembe

GEÇ DE OLSA YENİDEN UMUT KAYA

2009'un başları...
Tesadüfen, hiç dinlemediğim bir isim çıkıyor karşıma: Umut Kaya
Ve bu tesadüf kişisel müzik zevkim için en güzel tesadüflerden biri oluyor. O günden sonra Umut Kaya, çalma listelerimden hiç eksik olmuyor.

Mevsimler Geçerken, Mor Yazma, Yanıma Yataydı gibi hala bıkmadan dinlenen şarkılarla ilk albümü zihnime kazımıştı Umut Kaya.
Sonrasında bir sessizlik dönemi oluyor. Yeni albümü beklerken birbirinden güzel cover'larla (Neredesin sen gibi) dinleyenlerinin ağzına bir parmak bal çalıyor.

Ve her şeyden habersiz, Umut Kaya hala aklımın bir köşesinde dururken dün Twitter'de gördüğüm bir tweet ile alıyorum güzel haberi. Yeni albüm zaten çıkmış sessiz sedasız hem de dört ay önce, nisanda.

Hayıflanıyorum bu kadar geç öğrendiğime. Yine bir tesadüf eseri denk gelmesem hala haberim olmayacakmış meğer neredeyse 6 yıl sonra gelen yeni albümden.

Hiç az bir süre değil, kıvranarak bekleyen mütevazi hayran kitlesi için. Neyse ki daha fazla üzmeden tekrar karşımızda Umut Kaya, hem de aynı naiflikle, aynı dokularla: Gün olur devran döner

Hiç bekletmeden dinlemeye başlıyorum bu yeni albümü. Daha ilk şarkıdan kafadaki bütün soru işaretlerini, endişeleri silip atıyor. Hani şu uzun süre sonra çıkan albümün eski büyüyü yakalayamama ihtimali.

Hiç de öyle olmuyor, sevindiriyor Umut Kaya

Çok uzun zaman geçmiş, o hiç değişmemiş. Hala naif, hala hisli söylüyor, hala çizgisinden ödün vermeden, popülaritenin tehlikeli tuzaklarına basmadan, kaliteli müzik icra etmeye devam ediyor. Oturup anlatıyor bize, biz dinliyoruz. Ve hala değeri saklı, daha doğru tabirle hala underrated.

Sanırım, çok bekleyen biz hayran kitlesine verebileceği en güzel hediye böyle bir albümdü. Aynı tadı korumayı başaran bir albümdü.

Sen hala çok güzelsin Umut Kaya. Hep böyle devam et. Biz burada bekliyor olacağız yeni şarkıları. Bazen albümden geç haberimiz olsa da...

6 Ağustos 2014 Çarşamba

EMEKÇİYİ HATIRLAMAK...

İşçi, emekçi, alın teri...

Bu kelimeler halk arasında daha çok ideolojik bir ifade olarak anılsa, algılansa da aslında belli bir ideolojinin sahiplenmesinden ziyade başlı başına bir gerçeklik olarak hayatımızın bir noktasında duruyorlar.

Sabahın 5'inde oturduğun sokağı sessiz sedasız süpüren biri, kış mevsiminde kalorifer kazanlarında çalışan biri, hayatını ortaya koyarak, her sabah belki de ölüme doğru yola çıkarak ekmeğini çıkaran bir maden işçisi.

Belki de çoğu zaman farkedilmeyen, gündelik hayatın arka planındaki detayların öznesi, iş hayatında figüran rolü üstlenen biri...

Peki, bu yazı bir ajitasyon yazısı mı?
Hayır. Öyle algılandıysa da affola. Neyin ajitasyonu olsun? Utanılacak bir şey midir işçi olmak, emek harcayarak alın teriyle para kazanmak.

Hayır, işçiler utanılacak bir mesleğe sahip değiller. Bahsetmek istediğim şey bu değil.

Bahsetmek istediğim şey, acı olan şey; utanma duygusuna zorlanıyor olmaları. Evet, zorlanıyorlar birileri tarafından.
Statüko tarafından, kendini üstün gören bireyler tarafından, şık takım elbiseleri kendine maske olarak kullanan sinsi bürokrasi dili tarafından hep utanmaya zorlanıyorlar...

Çalışıyorlar, çok çalışıyorlar, emeklerinin karşılığını bazen alamıyorlar bile. Çoğunlukla susuyorlar, az konuşuyorlar.

12 saatlik insanüstü mesaideki kısıtlı molalarda içtikleri bir bardak zift rengi çaya akıtıyorlar geçim dertlerini, efkarlarını. Bazen kendi aralarında konuşmaya bile gerek duymuyorlar. Yüzlerindeki tecrübeli yorgunluk anlatıyor zaten çoğu şeyi.

Kimisi okuyamamış, gelmiş. ''İmkanımız yoktu, okuyamadık'' cümlesi dökülüyor ağzından. Kimisi de okumak istememiş, kimisi ölen babasının ardından ailesini geçindirme derdine düşüp daha çocuk yaşlarda işçi olarak bulmuş kendini. Her birinin ayrı bir hikayesi var içlerinde yara olan.

Ama bir şey var ki, her biri onurlu, her biri temiz. Her akşam helal lokma götürecek olmanın vicdan rahatlığıyla gidebiliyor evlerine. Evet, belki her istediklerini alamıyorlar veya çocuklarının bazı isteklerine kulak kapatmak zorunda kalıyorlar istemeden ama alın terinin ne kadar kıymetli olduğunu en iyi onlar biliyorlar.

Eğer ölü sayısı belli bir sayının üstünde değilse, sessiz sedasız ölüyor işçiler. Gazeteler bile zoraki yer veriyor bazen, küçücük satırlara sığdırmaya çalışarak. Her gün ölüyorlar bir yerlerde, biz farkında değilken.

Ve geri kalanlar ''ekmek parası'' diyerek her yeni gün korkularını bastırıp çalışmaya devam ediyorlar.

Emekçiyi hatırlamak ama ölmeden önce hatırlamak...
Bumerang - Yazarkafe