30 Haziran 2015 Salı

NOKTA ANA'NIN AĞIDI

Bu toprakların türküleri yüzyıllardır bu toprakların insanının, analarının acılarını, umutlarını, hayallerini taşıyor sözlerinde, bestelerinde.
Bir toplumun hafızasıdır türküler. Hiç eskimezler bu yüzden. Nice yöre insanı duygularını aktarmıştır dizelere. Bu yüzden samimidir hepsi, son derece gerçektir.

Neden türkülerden bahsetmek istedim?
Şu sıralar sıkça aklıma düşen, çok sık dinlediğim türkülerin başında Karadeniz yöresinden bir türkü geliyor: Ahmedum veya diğer bir deyişle Nokta Ana Ağıdı.

Nokta Ana...
Söylenene göre ölene dek oğlu Ahmet'in arkasından ağıt yakmış yüreğindeki evlat acısıyla.
Rivayet odur ki; 400 kıtaya ulaşmış yüreğindeki evlat acısının ağıdı ancak günümüze gelene dek 100 civarı kıtası ulaşmış.

Türkü hakkında iki farklı ama benzer hikaye var aslında. Bunların en yaygın olanı ise;
Genç yaşta dul kalan Çamlıhemşinli Nokta Ana'nın hayattaki en değerli varlığı oğlu Ahmet'tir. Gözü gibi bakar büyütür her ana gibi. Ahmet büyür, gurbet ellere (Eski yöre insanının deyimiyle Kırım'a)
çalışmaya gider. Uzun sürer gurbet hayatı. Nokta Ana'nın gözü yollarda, Ahmet'ini beklemektedir.

Fakat patronuyla arasında tartışma yaşanan Ahmet kısa süreli bir hapis hayatı yaşar. Söylenen odur ki bu duruma çok üzülen Ahmet, hapiste vereme yakalanır ve vefat eder. Ölüm haberi bir mektupla ulaşır Nokta Ana'ya. Oğlunun mezarını almak için kalkar Çamlıhemşin'den gurbet ellere düşer Nokta Ana. Alır oğlunu, getirir köyüne, yanıbaşına gömer. O günden de ölene dek ağıt yakar oğlu Ahmet için.

Bir diğer anlatılagelen hikaye de şöyle:
Genç yaşta dul kalan Nokta Ana; o dönem Kırım Savaşı patlak verince oğlu Ahmet'i Kırım'a, askere gönderir. Fakat Ahmet geri dönemez, şehit düşer.
Köye bir mektupla gelir oğlu Ahmet'in kara haberi. Oğlunun mezarını oralarda bırakmak istemez Nokta Ana. Kalkar, düşer yollara, varır Kırım'a. Oğlunun ölüsüyle döner köyüne ve başlar oğlu Ahmet'i için iç yakan bir ağıda.

İki hikaye böyle. Hangisi ne kadar doğru bilemiyoruz, siz hangi hikayeyi kendinize yakın hissettiyseniz gerçek odur diyelim. Bir gerçek var ki esas; bir ananın ağıdının günümüze dek ulaşmış olduğu.

Bu türküden bahsedip de özellikle Birol Topaloğlu'nu anmamak olmaz. ''Aravani'' albümündeki ''Ahmedum'' yorumunu çok severim. Türküyü en güzel icra eden isimlerdendir.

''Bu dert ile nerelere gideyim?'' der Birol Topaloğlu, alır sürükler insanı.

Eğer siz de hala Nokta Ana'nın ağıdına kulak vermediyseniz bir dinleyin Birol Topaloğlu'ndan

27 Haziran 2015 Cumartesi

DARK PLACES (2015)

Yıl 1985...
Kamuoyunda Priarie katliamı olarak bilinen Kansas'taki bir çiftlikte gerçekleşen cinayette bir anne ve iki çocuğu öldürülür.

Elde sadece bir video kamerayla kaydedilmiş birkaç dakikalık görüntüler ve evin sağ kurtulan en küçük kızının (Libby) mahkemedeki ifadeleri vardır.
Libby'nin (Charlize Theron) ifadeleriyle abisi Ben, cinayetin sanığı olarak tutuklanır ve cezaevine gönderilir.

Aradan yıllar geçer. Libby; Priare katliamının sağ kurtulan çocuğu olarak ülke çapında bir üne kavuşur.

Geçimini, ülkenin dört bir yanından gelen bağışlarla, adına yazılan bir biyografiden gelen kazançlarla sağlamaktadır. Fakat bir gün, hazıra dağ dayanmaz misali Libby'nin hesabındaki para suyunu çekince, gelir elde etmenin yollarını aramaya koyulur. Tam da bu sırada gelen bir telefon can simidi gibi yetişecektir. Ancak aynı zamanda gelen telefonla beraber Libby; bir sır perdesi gibi üzeri örtülen geçmişiyle yüzleşmeye başlayacaktır.

Arayan ''The Kill Club'' isimli, başta kulağa ürkünç gelen bir topluluğun üyesidir ve Libby'e kulüpte konuşma yapması karşılığında 500 dolar verecektir.
Teklifi kabul eden Libby, kulübe vardığında geçmişte işlenen ünlü cinayetlere olan meraklarıyla araştırmalar yapan bir üye profiliyle karşılaşacaktır ve kulüp Libby'den sağ kurtulduğu cinayetin detaylarının aydınlatılması için yardım isteyecektir.

Adını özellikle geçtiğimiz yıl aynı adlı kitabından uyarlanan ''Gone Girl'' filmiyle duyuran Gillian Flynn'in yine senaryosunu kendi üstlendiği, 2009 çıkışlı romanından uyarlanan filmin hikayesi aslında tam da bu noktada ilginçleşiyor.

''The Kill Club''  isimli kulübün işleyişiyle dinamizm kazanan film, bu noktadan sonra barındırdığı gizemi ve soru işaretlerini film boyunca koruyor ve izleyiciyi filmin içine çekmeyi başarıyor.
Bu da şüphesiz yine Gone Girl'de zaten kaleminden çıkan senaryosunu hayranlıkla izlediğimiz Flynn'in marifeti.

Güzel bir fikirden hareket eden film, bu fikri de yavan bir senaryoyla harcamıyor ve çok katmanlı, gerilimin giderek tırmandığı bir senaryo ile sağlam bir temele oturtuyor hikayeyi.

Bu noktadan sonra filmin tek ana karakteri Libby olmaktan çıkıyor ve olayların seyrini Ben, Diondra gibi farklı karakterlerin açısından da görüyoruz. Bu da filmin sürekliliği içinde önemli bir pozitif unsur olarak karşımıza çıkıyor.

Katliamın 28 yıl sonrasında, 2013 yılında devam eden film, sıkça flashback yöntemine başvurarak katliamın yaşandığı zaman dilimi ile temas kurarak ilerliyor ve yapbozu tamamlıyor.

Filmde satanizme değinilen sahnelerde ise, aklıma 90'larda bizim ülke gündemini de epeyce meşgul etmiş olan, neredeyse her uzun saçlı ve küpeli erkeğin satanist ilan edildiği, haber bültenlerinin bolca nemalandığı (filmde de çok benzer bir tablo mevcut) zamanlar aklıma geldi, gülümsetti.  

Başrollerinde bu yıl daha önce Mad Max: Fury Road filminde de izlediğimiz Charlize Theron bulunuyor. Theron'un sade, abartısız oyunculuğu filmin dramatik yapısına katkıda bulunurken ona Nicholas Hoult, Corey Stoll, Christina Hendricks ve genç kuşağın dikkat çeken isimlerinden Chloë Grace Moretz eşlik ediyor.

Senaryo konusunda film, belki Gone Girl kadar sansasyonel olmasa da yine de oldukça tatmin edici.
Bu gidişle Gillian Flynn'in ve yapımcıların duracağını sanmıyorum. Ufukta bir ''Sharp Objects'' uyarlaması da gözükebilir.

Özetle; ''Dark Places'' dinamik senaryosuyla, oyunculuklarıyla, oldukça iyi, izlenesi bir iş.

77/100

İyi seyirler.


25 Haziran 2015 Perşembe

KAZIM KOYUNCU..

Özledik, çok özledik...
Süslü cümleler bulmaya, başka bir şey demeye gerek var mı?
Özledik işte en basitinden.

Sesini özledik, duruşunu özledik, şarkılarını içten yorumlayışını özledik.

Tam 10 yıl oldu.
Etnik müzik dünyasında açtığı parantezin içini, şimdi yeni müzisyenler, gruplar doldurmaya devam ediyor güzel insanın. Şüphesiz ki o parantez kapanmayacak.

Huzur içinde uyu


Kazım Koyuncu (7 Kasım 1971- 25 Haziran 2005)

22 Haziran 2015 Pazartesi

BİR GÜN DAHA GEÇERKEN...

Dün heyecanla beklediğim kargom nihayet elime ulaştı.
İletişim'in henüz çok taze baskısıyla ve Hasan Fehmi Nemli'nin çevirisiyle: Edgar Allan Poe- Bütün Öyküleri

İletişim'in zaten Dünya klasikleri serisinin ne kadar iyi olduğunu bildiğim için bu baskıyı tercih ederken pişman olmayacağımı biliyordum. Gerçekten de kaliteli bir baskı olmuş.

Bunun yanında özellikle iki cilt halinde yayınlandığı için, taşımayı da kolaylaştıracağından ben İletişim'ı tercih ettim. Dileyen Dost Körpe'nin çevirisiyle tek ciltlik İthaki basımını da tercih edebilir.

Ve bir kitap daha. Bunu İletişim'in ana sayfasında gördüm ve görür görmez heyecanlanmama yetti. Tabii boğazda o tanıdık yumru yine oluştu.

Uğur Biryol'un daha birkaç gün önce çıkan, çok yeni Kazım Koyuncu biyografisi: Kazım'ın Sevdası
Tez zamanda okuyabilmek dileğiyle...

Arka kapak:
"Kazım Koyuncu genç yaşta kaybettiğimiz "iyi" bir müzisyendi: Gelenekselle moderni buluşturmasındaki üstün becerisiyle, müzikal anlamda arayış içinde olmaktan hiç vazgeçmemesiyle, cesurca denemeleriyle, kendine özgü bir tarz oluşturma çabasıyla. 

Beri yandan müzisyenliğinin dışında insani tavır ve duruş olarak da "başka" bir adamdı aslında: Hiç vazgeçmeden doğru bildiğinin peşinden gitmesiyle, dünyanın ilk Lazca rock grubu Zuğaşi Berepe'nin kurucularından olmasıyla, Laz kültürüyle ilişkisiyle, mütevazılığıyla, samimiliğiyle, isyankâr ve boyun eğmez tavrıyla, bir devrimci olduğunun altını çizmesiyle, Trabzonspor taraftarlığıyla, dayanışmacı yanıyla… 

Lazcasıyla Kazimişi Oropa'da yani Kazım'ın Sevdası'nda ağırlıklı olarak Kazım Koyuncu'nun kendi sözleriyle Kazım'ı anlatıyor Uğur Biryol.
 Bunları arkadaşlarıyla, müzisyen dostlarıyla, ailesinden isimlerle yaptığı görüşmelerle zenginleştiriyor. Yaşasaydı memleket müziğine büyük katkılar sağlayacağı aşikâr olan Kazım Koyuncu'nun anısına, onun hayata ve müziğe dair sevdasına daha yakından bakmak için önemli bir kitap. 
                         



20 Haziran 2015 Cumartesi

GÜNLERİN GÖTÜRDÜĞÜ..


Genellikle yeni bir diziye başlama konusunda ketumumdur, hatta takıntı derecesinde manyak diyelim buna. Aynı anda iki diziyi takip ediyor olsam rekor derim buna kendi çapımda.            
Fakat bugün merakıma yenik düştüm ve uzun zamandır uzaktan övgü dolu yorumlarına seyirci kaldığım HBO dizisi True Detective'a başladım.                                                                                                                                                                                                                              
İlk dört bölüm sonunda sonuç pişmanlık oldu tabii ki. ''Böyle bir diziyi neden bunca zaman gözardı etmişim'' düşüncesinin pişmanlığı.  
Tekinsiz atmosferi, sinematografisi, oyunculukları (Özellikle Matthew McConaughey) ile şaheser kategorisine direkt sokacağım bir diziyle karşılaştım.                                                                                                                                                                                                                 
Günün sonunda bir başka bonusu da şöyle bir güzel bir şarkıyı playlist'ime kazandırması oldu.                                                                



Bugün müzik dinlerken ansızın birkaç yıl öncesinde bir şarkı düştü önüme: Morenica        

Ladino Müziğin tartışmasız en güçlü kadın vokallerinden Mor Karbasi'nin iki harikulade albümü ''The Beauty and The Sea'' ve ''Daughter of The Spring'' geldi kaçınılmaz olarak arkasından.                                                                                                                                       
Bazı albümler var ki gerçekten hiç eskimiyorlar. Mor Karbasi'nin albümleri de kesinlikle bu sınıfa giriyor.                                                                                                                                    
                                                                                                                                                                   










18 Haziran 2015 Perşembe

SICARIO'DAN İLK FRAGMAN

Her filmini büyük bir zevkle izlediğim Kanadalı yönetmen Denis Villenueve 2013 yılına iki film sığdırdıktan sonra (Enemy ve Prisoners) 7. uzun metraj filmi Sıcario ile bu yıl da bir hayli iddialı.

Amerika'da 18 Eylülde vizyona girecek olan filmden ilk fragman geldi.

17 Haziran 2015 Çarşamba

BİR YAZAR BİR KİTAP: YALAN YILLAR

Gazeteci-yazar (kendi deyişiyle tirenin iki tarafında da kayda değer başarı gösteremeyen) Can Kozanoğlu'nun Acemi Yıllar'dan 10 yıl sonra çıkardığı, çuvaldızı bolca kendine batırdığı ikinci anı kitabı: Yalan Yıllar

Okuyucuyu 80'lerden bugüne uzun bir medya yolculuğuna çıkarıyor Kozanoğlu ve kitap boyunca dinamik, renkli bir dil tutturuyor.

Yine kendi deyişiyle "Neyin doğru olduğuna inanmak istiyorsanız o doğru, neyin kurgu olduğuna inanmak istiyorsanız da o kurgu"
Nasıl görmek isterseniz öyle...

Arka kapak:

“İlkokul üçüncü sınıf öğrencisi, sınıfın en kısa boylu erkeği, fizik kurallarını biliyordu ha! İşin kötüsü, ikinci sınıftayken eski dili bildiğime, üçüncü sınıftayken fizik kurallarını kavradığıma ben de inanmaya başlamıştım. Tabii ki ne eski dille alakam vardı ne fizik kurallarından haberdardım. Yalnızca başkalarından aldığım iki cümleyi satmıştım. Ama doğru zamanda, doğru yerde, usturuplu biçimde satmıştım. Ben bilemezdim, büyükler de farkında değildi; hayatta ne iş yapacağım o zamandan belliydi. Gazeteci-yazar olacaktım. Gazeteci-yazar oldum gerçekten de. Bana gazeteci-yazar dendi, daha doğrusu. Ama tire işaretinin iki yanında da kayda değer bir başarı sağlayamadım.” Gazetelerde, dergilerde, televizyon kanallarında, entelektüel alemlerde ve romancılık hayallerinin peşinde geçmiş otuz küsur yıl. Uzun bir başarısızlık hikayesi... Magazincilikten haber kanallarına, erotik yayınlarından kültür sanat programlarına, küçük şarkıcılardan büyük patronlara, düğün salonlarından Lübnan dağlarına, uçan tekmelerden başkanın suratında patlayan yumruğa, Bukowski kitaplarından çakma tasavvuf eserlerine, 12 Eylül döneminden AKP’li yıllara...


Can Kozanoğlu, çocukluk yıllarını ve aile çevresini anlattığı Acemi Eğitimi’nden sonra, şimdi de yetişkinlik dönemini, “meslek hayatı” nı anlatıyor. Nasıl görmek isterseniz öyle: hakikate sadık kalınarak yazılmış anılar ya da Yalan Yıllar...


14 Haziran 2015 Pazar

BABALAR VE OĞULLAR...

''Yaşlandık artık biz oğlum'' diyor babam iç çekerek.

Yaşlılığı zaten en iyi yaşlılar anlatabiliyor, tek cümleyle, bir ses tonuyla onlar özetleyebiliyor tüm yaşanmışlığı. Gerisi teferruat. Tüm romanların, tüm şiirlerin yaşlılık tasvirleri yanı başınızdaki saçları ağarmış bir insandan duyulan sözlerin yanında etkili olamıyor.

Önümüzdeki çayları yudumluyoruz sessizce. Benim aklım hala babamın söylediklerinde.

Baba ile arada haddinden fazla yaş farkı olması ister istemez kuşak farkından kaynaklanan bir iletişimsizliğe yol açıyor. Evet, belki düşünüp tarttığım zaman pek de sıkı fıkı bir baba-oğul ilişkisi yaşamadığımızı görüyorum. Arada görünmez bir duvar oldu her zaman.

Ama bazı anlar var ki, hani baba-oğul arasındaki kimyanın garip bir şekilde bir anlık uyuştuğu, annelerin dahil olmadığı, sessizliğin içinde bile çok şey anlatılabilen o anlar.

Bu da öyle bir andı işte. O an içilen çayın bile tadı farklıydı, daha anlamlıydı, aynı odanın içinde daha önce solumadığımız bir hava vardı sanki ve ben o an, anın tadını çıkarmaya karar verdim kıymetini anlamışcasına.

Gözleri dalmış, anılarını düşünüyor babam, bense hala onun söylediklerini.
Anlatmaya başlıyor dağınık anılarının içinden seçip çıkardıklarını. Yeri geliyor gülüyor, yeri geliyor iç çekiyor. Geçip giden hoyrat yıllara bir gezintiye çıkmış, beni de o gezintide bir yolculuğa çıkarıyor.

Dinliyorum çıtımı çıkarmadan. Bir an, onun yokluğunu düşünüyor ve ürperiyorum. Tüm bu düşünceler, onun söyledikleri anın değerini daha da artırıyor.
Kim bilir, belki aramızdaki genel iletişimsizlik halinden dolayı, böyle anlar daha özel geliyor insana. Sık yaşanmayan, bir daha yaşanmama ihtimali korkutan anlar.

Babamı tanımaya çalışıyorum sanki. Her cümlesinde, anısında ona dair yeni şeyler öğreniyorum.
Sonsuz bir gizem aslında. Ne tamamen anlayabileceğim, ne de tamamen yabancı kalacağım. Yakınındayken bir o kadar da uzağında olmak gibi.

Lafını hiç bölmeden dinliyorum.
Sonra çaylar bitiyor ve o kalkıyor, sızlayan ayaklarını ovuşturarak.


Uzaklaşıp gidiyor yanımdan, bendeki tahribatın hiç farkına varamadan.

O 10 dakikalık sohbeti daima hatırlayacağımı bilmeden...



10 Haziran 2015 Çarşamba

BİR YAZAR BİR KİTAP: MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ

''Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor.

Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Adeta bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş…

Saba’nın öyküleri, şiirleri gibi içimize apayrı bir hüzün veriyor. Gençliğimizi, bütün mutlulukların yarım olduğunu, insanoğlunun yalnızlığından ne etse kurtulamayacağını, dünyamızın sevgiden, anlayıştan uzak bir dünya olduğunu söylüyor, daha doğrusu duyuruyor. 

Kitap boyunca buruk bir tat hayallerimizden ayrılmıyor. Ama bu, Saba’nın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi’ndeki hikâyelerini defalarca okumamıza engel değil. O hikâyelerdeki biricik kahramanın hepimizden bir şeyler taşıdığını anlıyoruz.''

9 Haziran 2015 Salı

KİM BU KÖTÜ ADAMLAR?

''Televizyondaki kötü adamlar var ya, şu an kapımın önündeler''

Bir aksiyon filmi repliği aklıma bazı cümleleri, soruları düşürdü. Hangi film olduğu önemli değil, İzlediğiniz birçok filmde duyabileceğiniz tipik cümlelerden biri nasıl olsa.

Sahnenin öznesi bir kadın. Gece vakti; apartmanda yaşayan bir ismi sormak için kapısını çalan, kovalamacanın ortasındaki baba ve oğlunun yüzüne kapıyı kapattıktan sonra, gördüğü yüzlerin polis tarafından bir süredir aranan yüzler olduğunu anlar ve hemen telefona sarılır, telefondaki polise yukarıdaki cümleyi söyler.

Artık içi rahat etmiş, bir vatandaşlık görevini yerine getirmenin iç huzurunu yaşamaktadır. Televizyonlarda ona öğretilen, dayatılan kötü adam profillerini tespit etmiş, buna inanmıştır.

Pek tabii bu adamlar gerçekten de kötü adam olabilirlerdi ama olmayabilirlerdi de. Mesele bu kadının veya bu kadın özelinde toplumun bir hikayenin arkasındaki detayları bilmeden kolayca medyanın gücüyle birilerinin kötü adam olduğuna inanabilmesi.

Mesele devletin tüm kurumlarının (ülke farketmeksizin) medya desteğini de arkasına alarak sizi bir şeylere kolayca inandırabilmesi ve bunu yaparken de sizi vatandaşlık bilinciyle hareket ediyor olduğunuza inandırabilmesi.

En kötüsü de sizin uyuşturulmuş olmanız ve bunun farkında bile olmamanız. Hikayenin detaylarını bilmemeniz ve daha kötüsü bunu merak bile etmemeniz. Size sunulan bilgileri, buzdağının görünmeyenini düşünmeden, muhakeme bile etmeden doğru kabul etmeniz.

Tüm sıkıntılar da bu noktada başlıyor işte, bütün ihtimalleri bir domino taşı gibi yuvarlayan o sıkıntı: Sorgulamamak...

Kim bu kötü adamlar gerçekten? Sistemin bizi olduğuna inandırdığı, görmemizi istediği kişiler mi? Sistemin içindeki bizzat yönlendiren aktörler mi?

Kurumlar ne kadar güvenilir? Televizyon ne kadar güvenilir? Medya ne kadar güvenilir?
Kimlerin kötü adam olduğunu gerçekten öğrenebilir miyiz peki? Yoksa içgüdülerimize uymaktan başka çaremiz yok mudur şu hayatta?

Bir insan gerçekten gördüğü anlık şeyin ''kötü'' olduğuna inanacak kadar kurumlara güvenebilir mi?
Bu güven tehlikeli değil midir peki? Bu koşulsuz teslimiyet hali tehlikeli değil mi?
Peki bu arka arkaya sıralanan soru işaretlerinin cevabı bulunabilir mi?

Tabii bana kızabilir, ''Ne var canım, ihbar da etmesin mi şüphelendiğini'' diye de düşünebilirsiniz veya zaten bahsettiğim meselenin bu basit örnek olmadığını anladıysanız öyle düşünmeyebilirsiniz de. Ben sadece bu örnekten yola çıkarak ikinci sınıf bir aksiyon filmi sahnesi üzerinden gördüklerimi sıraladım.

İkinci sınıf bir aksiyon filmi sahnesi demişken, insan satırların gücüne gerçekten inanıyor (Aynı zamanda sinemaya da). Basit bir sahne, sadece bir cümle, düşünceler silsilesini beraberinde getirip bu satırları da yazdırabiliyor insana işte.

Laf-ı güzaf belki bunlar ama özetle sorgulamak iyidir, satırlar iyidir.




6 Haziran 2015 Cumartesi

VİCDANLARIN TAŞIYAMADIĞI YÜK

Ülke atmosferinin günden güne zehirlendiği bir sürecin daha sonuna yaklaşıyoruz.
Tabii keşke sona yaklaşıyor olmak, başka kirli süreçlerin başlamayacağı anlamına gelse.

Ama bu ülkede kirli süreçler bitmiyor. Vicdanlar her geçen gün biraz daha yaralanıyor. Her gün televizyon ekranlarında gördüğü şeyler karşısında vicdanı sağlıklı bir bireyin delirmemesi mümkün değil.

Öyle kirli bir süreç ki, son on gün, son bir hafta, son birkaç gün derken ülke genelindeki şiddetin, provokasyonun, yalanların dozu daha da arttı.
Öyle ki gördüklerine, duyduklarına ilk etapta inanamıyor insan.

İnsanlar adeta çarpışıyor, seçime bir gün kala hastanelere akın ediyor, hatta ölüyor!

Sadece bir oy için, bir oy için insan neler yapabilir? sınırlarını ne kadar zorlayabilir?  Bu sorunun cevabını izliyoruz adeta. Psikoloji, sosyoloji bilimlerinin cevaplarını açıklamakta resmen halt edeceği bir profil çiziyor ülke. Sosyal bilimler bir araya gelse çözemez bu ülkeyi!

Hani sinema hayatla iç içedir ya, yaşanan gelişmeleri takip ettikçe aklıma bazı filmler geliyor.
The Purge bu filmlerden biri mesela. İzleyenler bilir, uçuk bir örnek mi? Belki evet, ama ben bu ülkede olanları gördükçe bu distopik senaryonun ihtimalini bile yadsıyamıyorum.

Velev ki böyle bir şey yaşansın, bakın görün bu ülkenin öfke kusmaya meraklı insanları neler neler yapıyor karşısındakine.

Halbuki o seçim reklamları ne kadar da farklı şeyler söylüyor değil mi? Sanırsın, bu ülkeye ait değil.

Sürekli kan kusuyoruz, irin akıtıyoruz ve maalesef bunlar için ortam yaratmaktan hiç çekinmiyoruz.
Acı çekiyoruz, birbirimize çektiriyoruz ama uyuştuğumuz için kan kaybettiğimizin farkında değiliz.

Sadece kendi tarafını düşünen, adeta kendi yandaşını insan yerine koyan bireyler havasını kirletiyor bu ülkenin.

Evlatlarını öldürüyor bu ülke ve ne yazık ki buna hiç mi hiç üzülmüyor. Ölen evlatlara, insanlara bile ''Benim ölüm'', ''Senin ölün'' muamelesi yapıyor insanlar insanlar, insan demeye utanacağım canlılar.
Bir yerlerde bir anne, babanın yüreği yanıyor her gün ama ülkenin hafızası o kadar zayıf ki, manşetler çok çabuk eskitiyor kendini.

Sözler tükeniyor, vicdanların taşıdığı yük git gide artıyor.

Adil, kavgasız, gürültüsüz bir seçim olsun dileğinde bulunacağım ülkem ama insan dilediğinin gerçekleşme ihtimaline bile inanamıyor bu ülkede.

2 Haziran 2015 Salı

BU ÜLKEDE HAZİRANI HİÇ SEVEMEMEK

Tam iki yıl önce atıldı o tekmeler, o kuytu sokakta...
Ölen bir canı savunmanın ''Aman siyaset karıştırmayın'' olarak püskürtüldüğü bu ülkede bir aile daha haziranı hiç sevemedi.

Şimdi söyleyin; hangi seçim, hangi kirli düzen, hangi vaatler bu canın yanında anlamlı kalabilir?


                                         
                                      Ali İsmail Korkmaz (18 Mart 1994- 10 Temmuz 2013)

1 Haziran 2015 Pazartesi

BİR SPOR MASALI AMA İÇİNDE PERİ DOKUNUŞU OLMAYAN...

Maggie Fitzgerald...
Yaşamındaki tüm umutsuz faktörlere rağmen, ilerlemiş yaşına rağmen içindeki boks tutkusunu canlı tutabilmek için, çalıştığı restaurant'tan kalan vakitlerde Frankie'nin spor salonunun yolunu tutuyor.

Bir sahnede, yiyemediği çizburgerini Scrap'a vermek için gece vakti salona uğrayan Frankie; Maggie'yi çalışırken görür ve onu vazgeçirmek için yanına gider.

Sahnenin devamı; gözlerinde inatçı bir tutkunun, bir inanmışlığın parıltılarını taşıyan Maggie'nin etkileyici tiradıyla devam eder ve filmi özetler bir bakıma.


'' - Kaç yaşına bastın?
 - 32, Bay Dunn. 13 yaşından beri yaptığım garsonluk ve bulaşıkçılık işinde bir yıl daha geçirmemi kutluyorum.
 Ve size göre, daha doğru düzgün bir yumruk bile atamadan 37 yaşıma geleceğim.
 Bir aydır bu hız torbasında çalışıyorum ama hiçbir ilerleme yok. Şimdi farkına vardım da, galiba Tanrı'nın gerçeği böyle.

Bir başka gerçek şu ki; erkek kardeşim hapiste, kız kardeşim, çocuklarından biri hala yaşıyormuş gibi davranıp bir yardım kuruluşunu dolandırıyor. Babam öldü ve annem 140 kilo ağırlığında.
Eğer mantıklı düşünüyor olsaydım, eve geri dönüp ikinci el bir karavan bulup derin bir tava ve biraz da kurabiye alırdım.

Sorun şu ki; yapmaktan hoşlandığım tek şey bu. Eğer bunun için çok yaşlıysam elimde başka bir şey kalmaz. Sizi rahatlayacak kadar gerçek oldu mu?''

Hayatın bazı tutkular için mantıksız düşünmeye değer olduğuna inanan Maggie Fitzgerald'in hikayesi Million Dollar Baby. Clint Eastwood'un soluk bir atmosfere sahip başyapıtı.
Bumerang - Yazarkafe