16 Kasım 2016 Çarşamba

BİR DE İTHAKİ'DEN OKUYUN: SUÇ VE CEZA

Malum, telif haklarının olmaması, birçok dünya klasiğini irili ufaklı sürüyle yayın evi için hedef haline getiriyor. Ortalık, iyi-kötü klasik çevirileriyle dolu.
Bu durumda da klasiklerin hakkını veren yayın evlerini takip etmek gerekiyor.

Ben, kişisel olarak dünya klasiklerinde İletişim ve İş Kültür Yayınları'nı takip ediyorum. Eserin aslından yaptıkları çevirilerle (Bkz. Mazlum Beyhan, Ergin Altay), kaliteli baskılarıyla Dünya klasiklerine hak ettikleri değeri veren yayın evleri bunlar.

Şimdi bu kaliteli çevirilere yenisi eklenmiş duruyor. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sı için bir alternatif de İthaki Yayınları'ndan geldi.


Geçtiğimiz gün, kitapçıda gezinirken denk geldim. Oldukça kaliteli bir baskı olduğunu belli ediyor.
Kapak tasarımı gayet başarılı. Yazı puntosunu özellikle sevdim. Ben pek büyük puntolarla okumayı sevmiyorum, İthaki'nin baskısı bu açıdan ayrıca hoşuma gitti.

Kitabın çevirisi ise Serdar Arıkan'a ait.

Suç ve Ceza okuyacaksanız veya yeniden okuyacaksanız, alternatifleri değerlendirirken İthaki'yi de listenize almakta fayda var.

Keyifli okumalar

12 Kasım 2016 Cumartesi

BABALAR ALINLARIMIZA YAZILMIŞ YALNIZLIKLARDIR

Hasan Ali Toptaş’ın geçtiğimizin ay Everest Yayınları’ndan çıkan son romanı: Kuşlar Yasına Gider
Kitap, kapağında Nuri Bilge Ceylan’ın Yağmur Sonrasında Üç Kaz isimli fotoğrafıyla karşılıyor okuyucuyu.

Bazı kitaplar var ki, bazı okuyucular için daha özel olur, sanki belli bir okuyucu profili için yazılmış gibidir.
‘’Kuşlar Yasına Gider’’ de öyle kitaplardan. Tam bir baba-oğul kitabı.
Sayfalarından şefkat taşan, hüzünlü fakat hüznünü asla ağdalı bir şekilde yansıtmayan, melodramdan uzak, hayatın içinden, samimi bir baba-oğul hikayesi.



Bir Ege kasabası. Hasta, elden ayaktan düşmüş bir baba. Ankara-Denizli arası mekik dokuyan, babasını o hastaneden öbür hastaneye taşıyan bir evlat.
Hasan Ali Toptaş’ın güçlü kalemiyle hayat bulan bir hikaye. Anılarla dolup taşan, mızrak gibi saplanan cümlelerle okuyucuyu esir eden, çok güçlü bir baba portresi çizen bir kitap.

‘’Demek seni gözünün içine baka baka aldattı ha, dedi bana dönerek yeniden; bir şey söyleyeyim mi, sana da zaten aldatılmak yakışırdı oğlum.
Bu sözleri duyunca duygulandım birden, ne diyeceğimi bilemeden, usulca yutkundum. İçimden kalkıp babama sarılmak geçti aslında ama yapamadım bunu, baktım sadece. O da bana baktı gözlerini hiç kırpmadan. O an, birbirimize bakışlarımızla sarıldık sanki.’’

Babanızla mutlaka bir anınız olmuştur. Olmadıysa bile göz göze gelmişliğiniz, içinizde birikmiş kelimeler, cümleler vardır. Hayatınızın bir köşesine mutlaka dokunmuştur babanız. Belki o sizi anlamamıştır, belki siz onu anlamamışsınızdır. Ona söyleyemedikleriniz vardır ki mutlaka vardır her evladın babasına söyleyemediği bir şeyler. Çünkü kolayca bir şeyler söylenmez nedendir bilinmez, belki hep ciddi mevzuların insanı olduğu içindir babalar ama bilirsiniz, orada bir köşede oturan babanız vardır. En azından bu güç verir insana. Tıpkı bir sözle de anlatıldığı gibi:
Erkekler, babaları öldükten sonra büyür.
 Belki çok konuşmasa da gözleriyle konuşur babalar. Bu yüzdendir çok derin bakarlar, her bir bakışlarında bir anlam hissedersiniz. Bilirsiniz, ne demek istediklerini.

Hasan Ali Toptaş’ın duru, anlamlı kalemine bırakın kendinizi. Okuyun ve babanızın gözlerinin içine bakın, tekrar bakın. Çok farklı bir gözle bakacağınıza eminim.


İyi okumalar

4 Kasım 2016 Cuma

YEKTA KOPAN'DAN YENİ ÖYKÜLER: SAKIN ORAYA GİTME

Günümüz Türk öykücüleri arasında en sevdiğim yazarlardan biri olan Yekta Kopan, iki yıl aradan sonra yeni kitabı ''Sakın Oraya Gitme'' ile geri döndü.
Gitme diyenlere inat, farklı bir şey söylemek isteyenlere. Elbette yine Can Yayınları etiketiyle.



Herkes birbirine aynı şeyi söylüyor: Sakın oraya gitme!
Orada tedirgin ruhlar var.
Orada tekinsiz anılar var.
Orada korku, yılgınlık, ölüm var. Özgürlüğüne kastedenler, vicdanına zulmedenler var. 
Perdenin ardındakilerle yüzleşmeye cesareti olmayanlar haykırmaya devam edecekler: Sakın oraya gitme! 
Yekta Kopan, "Sakın!" diyenlere inat, belleğimizin en karanlık ormanlarına dalıyor. 
Böylesi bir macerada öykülerden daha iyi ne aydınlatabilir ki yolumuzu…

İçimde bir şey koptu, koptuğunu hissedebiliyordum, bir şeyler çalkalanıp yükseldi içimden. Deniz kenarında oradan oraya savrulan bir taş kadar özgür olamayan ruhlarımıza üzüldüm. Doğanın muhteşem dengesine çomak sokmaktan zevk alan birilerinin ayak işlerinde geçen ömrümüze üzüldüm. "Bu kadar zor olmamalı özgürlük!" Vidalı kapağı iki tur çevirip mazotun kalanını kafama diktim. Ruhumun bedenimden ayrılıp günbatımına gitmesine izin verdim. Uzandım. Gözlerimi kapadım. Artık tanımadığım bir sesle mırıldandım:
"Seni senden başka kim özgürleştirebilir ki?"

28 Ekim 2016 Cuma

KENTLER VE GÖLGELER: FRANZ KAFKA

Bugüne kadar varlığından haberdar olmadığım bir programdı TRT'nin ''Kentler ve Gölgeler'' isimli kültür-sanat programı.

Tesadüfen denk geldim ve bunca zaman ıskaladığıma çok üzüldüm. Sanırım son zamanlarda çekilmiş yeni bölümleri yok. Eğer cidden yayından kalktıysa üzücü.

Benim denk geldiğim program ise Derya Alabora'nın eşlik ettiği (her programda farklı bir isim farklı bir kentte farklı bir sanatçıyı anlatıyor.) Prag-Franz Kafka bölümüydü.

Oyuncu Derya Alabora, Prag sokaklarında gezerek, Franz Kafka'nın şehirdeki yaşantısının izlerini sürüyor ve onun edebi serüvenine ilişkin düşüncelerini aktarıyor izleyiciye.

Yaklaşık 45 dakika süren bölümde, Alabora şehirde Franz Kafka Müzesi, Kafka Cafe gibi yerlere uğruyor ve onun geçtiği sokaklardan, nişanlandığı binaya, okuduğu fakülteye kadar Kafka-Prag ilişkisine dair ayak izlerini aktarıyor.

Bölüme eşlik eden Alabora zaten çok sevdiğim bir oyuncu. Burada da programa ekstra tat katmış Kafka'ya olan sevgisi ve yorumlarıyla. Büyük bir ilgiyle izledim.

Bu arada Kafka'nın en yakın ve yazdıklarının yakılmasını vasiyet ettiği arkadaşı Max Brod'dan da söz ediliyor elbet.

Hiç düşündünüz mü Max Brod'un arkadaşı Kafka'ya ettiği ihanetin doğurduğu sonuçları? Cidden tüyler ürpertici.

Bir hayal edin. Arkadaşı Kafka'ya ihanet etmeyen ve vasiyetini yerine getiren bir Max Brod.
Dönüşüm yok, Dava yok, Milena'ya mektuplar yok. Kafka ailesi sadece Prag'da yaşayıp ölmüş bir soy isimden ibaret. Prag biraz daha sıradan bir şehir.

Demek ki bazı ihanetler çok güzel şeylere sebep olabiliyor. Brod'un arkadaşının yazdıklarına olan inancı, öngörüsü mucizevi bir şey.

Özetle siz de henüz bu belgeseli izlemediyseniz mutlaka vaktinizi ayırın derim.

27 Ekim 2016 Perşembe

MESKALİN 60 DRAJE

Edebiyat denince, deneme türüne ayrı bir ilgim olduğunu söyleyebilirim ve deneme denince de yaşayan yazarlar arasında Murathan Mungan'ın denemelerinin ayrı bir yeri vardır bende.

Her bir denemesiyle zihne çok şey kazıyan Mungan'ın ''Meskalin 60 Draje'' kitabını ise oldukça geç bir şekilde bu hafta okuma fırsatı buldum.

Daha önceki okuduğum deneme kitaplarında olduğu gibi yine akla kazınası cümleler, tespitler içeren, su gibi akıp giden bir kitap.

Türkçede deneme yazan, yaşayan en iyi yazarlardan biri kesinlikle Murathan Mungan. Öykü ve romancılığının yanı sıra deneme alanındaki kitapları da ihmal edilmemeli. 

26 Ekim 2016 Çarşamba

MEZAR TAŞIMIZ

Ne söylesek zor ve anlamsız.
Bir çocuk daha, aklı dünyayı kavrayamadan, çocukluğunu yaşayamadan toprağa verildi.
Türkiye; küçük Irmak’ın akıllara, vicdanlara sığamayacak ölümünü konuşuyor.

3.5 yaşında bir çocuk. Sadece 3.5 yaşında. İnsan yazarken utanıyor ama tecavüze uğruyor, boğularak öldürülüyor. Küçük bedeni, bir çöp torbasıymış gibi önce çöpe atılıyor, daha sonra gömülüyor.
Tüm bu iğrenç detaylar, aklı hiçbir şeye ermeyen bir çocuğun başına geliyor.

Tüm bunlar zaten medyada, her yerde yeterince konuşuldu. Daha fazla bu kan donduran detaylara girmek istemiyorum. Zira maalesef bu kadar konuşmak bir şeye derman olmuyor.
Zamanla insanlar gündelik hayatlarına devam edecekler, tüm bunları bir ‘hit’ fırsatı olarak görüp farklı şekillerle, başlıklarla tekrarlarca haber yapanlar da unutacaklar. Hayat devam edecek.
Peki ya o aile için bir hayat olacak mı? Evlatlarını, çocukluğuna doyamadan toprağa veren o aile ne yapacak? Bunun cevabını kim verebilecek?

Şimdi, o detayların arkasındaki görünmeyenlere veya hasır altı edilenlere bakmak lazım.
Türkiye’de 2015 yılında ölen çocuk sayısı 617.
İş cinayetlerinde ölenler, Irmak ile benzer kaderi yaşayanlar, savaşlardan kaçarken amansız dalgalarda boğulanlar…

Tüm bunlara 2016 yılında ölenleri ekleyin ve son olarak Irmak’ı düşünün. Ölen çocuklar hanesine bir sayı daha ekleyin. Bir sayı daha eklemek ne kolay değil mi? Sanki cansız bir beden değil de bir istatistikten bahseder gibi. Tüm o çocuklar, bir istatistiğin verileri değil, hayatlarını yaşayamadan ölen, korkunç düşüncelerin bedelini ödeyen masum bedenlerdi.

Nereden tutsan, düşünsen elinde kalıyor. Hangisinden bahsedebiliriz ki şu geçmişi biraz irdelediğimizde?
Belki birçoğumuz unuttuk. Bundan 4 yıl öncesine ait bir haber. Ben hiç unutamadım o haberin maktulünü: Ağrılı Melek Karaaslan.

Daha 16 yaşında evlendirildiği eşinden ve eşinin ailesinden akıl almaz şiddetler gördü.
Kayınvalidesi tarafından hamileyken kış vakti sokağa atıldı. Ağrı'nın soğuğunda dışarıda doğum yaptı. Bebeğini kaybetti. Bunalıma girdi, davranış bozuklukları yaşadı. Destek beklerken yine şiddet gördü.

Melek’in babası birkaç kez kızını alıp eve geri götürdü. Ancak ailelerin büyükleri Melek'i ''namustur'' diyerek eşinin evine geri gönderdi. Nihayetinde Melek Karaaslan, eşinin evinde şiddet görmeye devam etti. Tuvaletini bile tutamaz hale getirildi.
En sonunda kayınvalidesi onu tuvalete kilitledi. Üç ay boyunca ailesinin nasıl oluyorsa akıllarına bile gelmedi sormak.

Sonunda babası merak edip eve geldiğindeyse artık çok geçti. Melek, hastaneye kaldırıldığında 30 kiloya düşmüştü, bilinci yerinde değildi. Komadan çıkamadı ve yaşam mücadelesini kaybetti Melek. Dalga geçer gibi kayınpederi 6 yıl cezayla sıyrıldı işin içinden.

Sadece bu da değil. Para karşılığı birlikte olduğu kadının oğlunu (6 yaşındaydı) buna şahit oldu diye öldürüp tarlaya atanlar, 2009’da, bir bayram günü şeker toplamaya çıkıp aylar sonra evine cenazesi dönen çocuklar ve daha akla gelmeyen nice korkunç cinayetler.

Nereden başlamalı bilemiyorum. Sorulacak, düşünecek öyle çok şey var ki.

Örneğin, erkek egemenliğin hakim olduğu eril dil ne zaman son bulacak? Gündelik hayatlarımıza öyle sıradan vecizler olarak yerleşmiş ki farkında değiliz.

Veya ‘’Çocuk gelinler’’ denilen (ki böyle bir tanım olmaz, olamaz. Çocuklardan gelin olmaz) ve hala devam eden, üstü kapalı olarak gelenek kılıfına uydurulan, özünde pedofili olan iğrenç bir mevzu var. Bu ne olacak?

Toplum ‘’Pedofili’’ kavramını biliyor mu? Bu tehlikenin ne kadar farkında?
Erkek çocuklarına küfür öğretince sevinen, çocuğunun sözüm ona ‘erkekliğe’ adım attığını düşünen ebeveynler var. Bu ne olacak?

Böyle bir ortamda, bu çocuklar ne kadar sağlıklı büyüyebilecek?
‘’Aslan, kaplan oğlum’’, ‘’Sen şöyle yaparsın, böylesin’’ tarzı bir yetiştirme dilini aşılamayın çocuklarınıza.

Çocuklarınıza, aslan, kaplan olmayı değil, başkalarının üzerinde tahakküm kurmayı değil, insan olmayı öğretin.

Tüm bu yukarıda saydığım cinayetler, sizce de bu yerleşik kültürel parçaların bir yansıması değil mi?

Her geçen gün, kanıksadığımız, gerçek olamayacak kadar korkunç cinayetlere bir yenisi ekleniyor. Bir yerde, küçük bir çocuk ölüyor ve hep seyrediyoruz.
İnsanlığımız, vicdanımız öldü bizim. Her gün ölüyoruz, yitiyoruz yavaş yavaş.


Söyleyin, mezar taşlarımız nerede?

10 Ekim 2016 Pazartesi

KENDİME NOT: DAHA ÇOK YAZ, ZİHNİN PAS TUTMASIN

Epeydir ihmal ettim binbir heveslerle açtığım blog sayfamı.
Şöyle bir baktım, neredeyse iki aydır hiçbir şey yazmamışım. Neden böyle oldu, neden böyle ihmal ettim diye kızdım kendime. Artık bir şeyler karalamalı, kişisel bir özür mahiyetinde de olsa bir şeyler yazarak ipin ucundan tutmalı.

Bizim Büyük Çaresizliğimiz'deki Ender'in ''Okumak kimilerine yazmayı bana ise yazmamayı öğretti'' sözünü kendime düstur edinmeyi biraz abarttım galiba.

Yine de insan yazmalı, iddiasızca da olsa. Maksat zihnin pas tutmaması olsun. İç dökmek, kaç kişinin okuyacağını umursamadan bu günlüğe bir not düşmek lazım.

Peki ne okuyorum şu sıralar? George Saunders'in İkna Ulusu.
Deli Dolu Yayınları'ndan çıkan ve tıpkı yazma eylemi gibi epeydir kütüphanemde beklettiğim kitaba başladım nihayet.

Bunun dışında, bu hafta Başka Sinema kapsamında Türkiye'nin Oscar adayı Kalandar Soğuğu'nu ve Rüzgarda Salınan Nilüfer'i izleyeceğim diye not düştüm kendime. Bunun için de ayrıca heyecanlıyım.

Ve haftanın diğer heyecan verici olayı: Filmekimi 2016.
Perşembe günü İzmir'de başlıyor. İlk olarak Jim Jarmusch filmi Paterson ile başlayacağım festivale.
Önümüzdeki günlerde Filmekimi için de bir şeyler yazmak lazım. Yazmak için güzel bir sebep işte.

Böyleyken böyle...

22 Ağustos 2016 Pazartesi

ÜMRAN'IN SESSİZ ÇIĞLIĞI

Geçtiğimiz günlerde bir fotoğraf düştü ajanslara. Suriye’den, Halep’ten.

Ümran. Anlamı şenlik, mutluluk demek ama o ülkesinde daha bu yaşında cehennemi soluyor.
Henüz 5 yaşında. Yani yaşıtları gibi oyuncaklarıyla oynaması gereken yaşta.

30 saniyelik bir video kaydı var. Bir ambulansın içinde sessizce oturuyor, şok içinde. Hiç ağlamıyor, bağırmıyor, sadece derin bir sessizlik içinde kameraya bakıyor. Elini yüzüne sürüyor ve eline bulaşan kana bakıyor Ümran. Nereye süreceğini bilemiyor, elbisesi zaten kir pas, kan içinde.

5 yaşındaki bir çocuğun yüzünde neden kan olsun, nasıl kan olsun diye düşünüyor insan. Çıldırıyor.
5 yaşındaki çocuk dediğin en fazla parkta düşer, dizini acıtır veya evinin merdivenlerinden düşer, ağlar ama hemen yetişir annesi, babası. Siler kanını. O da acısı geçince devam eder oyununa.

Ama Ümran’ınki öyle bir çocukluk değil. Parkta düşmedi, evinde oynarken düşmedi. Bir hava saldırısında, ne olduğunu anlayamadan enkazın altında buldu kendini.

 Ortadoğu’da büyüyen bir çocuk olmanın haksız bedelini ödüyor Ümran.
Doktoru şu cümlelerle anlatmış Ümran’ı: "Olanların şaşkınlığını yaşıyordu. Alnındaki yaradan dolayı yüzü kana, vücudu da toza bulanmıştı. Kan da toza karışmıştı. Dehşet ve şok içindeydi. Evinde güven içinde oturuyordu, belki de uyuyordu. Ve evi başına yıkıldı. Onu tedavi ederken ne bağırıyor ne de ağlıyordu, sadece şok içindeydi"


Ve o dünya gündemine oturan fotoğrafı çeken kameramanın notu var bir de.

‘’Fotoğrafı çekerken gözlerimden yaşlar akmaya başladı. İlk kez ağlamıyordum. Daha önce de travma içindeki çocukları çekerken pek çok kez ağlamıştım. Her zaman ağlarım. Biz savaş fotoğrafçıları hep ağlarız. O gece herkes ağladı.
Ümran beni çok etkiledi çünkü sessizdi. Ağlamadı. Tek kelime söylemedi. Şoktaydı.
7 günlük kızımı düşündüm. Ümran’ın yerinde o da olabilirdi. Halep ya da Suriye’deki herhangi bir çocuk da olabilirdi.’’

 Ümran’ın 11 yaşındaki abisi de bugün hayatını kaybetmiş.
Çocukluğunu yaşayamayan çocukların yanında dünyadaki bütün dertler, savaşlar önemsiz kalıyor.
Bu çocuklar bunları hak etmiyorlar.
Çocukların babalarından masal dinleyerek büyüyemediği bir coğrafya nasıl yaşamaya değer olabilir ki?
Hangi savaşın nedeni bu fotoğrafı haklı çıkarabilir? Hangi savaş tüm bunlara değer?
Nasıl iyi geceler diyebilirsin ki bu fotoğrafa bakıp? Ümran’a bu vahşeti nasıl açıklayabilirsin?
Veya ben, 14, 8 ve 6 yaşlarındaki üç yeğenime tüm bunları nasıl açıklayabilirim?

Fotoğrafı gördüğüm ilk gece, karanlıkta oturdum ve sadece bu fotoğrafa baktım. O an insanlık için hiçbir ümidim kalmadı, hiçbir iyi dileğe inancım kalmadı.
Tam ben bu fotoğrafa bakarken, o gece yeğenim odama girip benden süt istemişti. 8 yaşında.
Kalktım, ona sütünü verdim ve doyasıya öptüm. O an elimden gelen tek şey onun için güzel bir gelecek dilemek ve Ümran’ın yaşadıklarını yaşamamasını ümit etmek oldu.

Bu yeğenim, bugün annesine ‘’Anne ben ölürsem çok ağlar mısın?’’ diye bir soru sordu.
8 yaşındaki bir çocuğun sorması gereken, düşünmesi gereken şeyler değil bunlar. Bunlar çocuklar için çok ağır. Onların temiz dünyaları için çok ağır gerçekler.

Ya ülkemizdeki çocukluğunu yaşayamadan ölen çocuklar? Gaziantep’teki terör saldırısında ölen 51 kişinin çoğunluğu çocuktu. Dile kolay söylemesi. Çocuk.
Bir düğün akşamında ölen çocuklardır bu insanlığın utancı. Ümran’dır bu insanlığın utancı.
İnsanlık azıcık utanabilse şu çocuklardan, belki o zaman daha temiz bir yer olurdu yeryüzü.

Ah Ümran, senin sessiz çığlıkların, senin katillerinin mezarı olacak.

22 Haziran 2016 Çarşamba

EDGAR ALLAN POE...

Edgar Allan Poe kısa yaşamına veda ederken, arkasında değeri sonradan anlaşılacak olan hoş bir koku bıraktı.

Onu en güzel şekilde Charles Baudelaire anlattı:

''Sarhoş, yoksul, ezik, dışlanmış Edgar Allan Poe, dingin ve erdemli Goethe'den ya da Walter Scott'dan çok daha fazla hoşuma gidiyor. O ve onun gibi özel yapıdaki adamlar için şunu diyeceğim: Bizler adına acı çektiler.''


Mutsuz, sefil, hor görülen bir hayatın içerisinde, farklı olmanın bedelini hep pahalıya ödedi. Dinlemeye doyum olmayan, kısa ve bir o kadar da iç acıtan bir şarkı gibiydi  ve o şarkıdan geriye en çok da şu cümleleri kaldı aklımda: ‘’Bu kitabı düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlara adıyorum.’’

Poe okuyun, iyi gelecek.


20 Mayıs 2016 Cuma

GÖZLERİNİZİ KAPATIN VE RADIOHEAD'A KULAK VERİN

Şüphesiz 2016'nın en heyecan verici albümlerinden birisi ve tabii ki şu sıralar müzik dünyasının en çok konuşulan albümlerinden biri. 5 yıllık Radiohead özleminin dinişi, eşsiz bir senfoni, taptaze bir albüm: A Moon Shaped Pool

Sadece bir albüm olarak değil, müzik ile de sınırlı değil, başlı başına muazzam bir sanat olayı.Tabii ki söz konusu Radiohead olunca, zaten hayranları bu sözlerimi abartı bulmayacaklardır.

Dokuzuncu stüdyo albümleri A Moon Shaped Pool'u duyurduktan sonra ilk olarak Burn The Witch ile albümden ilk lezzeti sunmuş, arkasından üç gün sonra yayınlanan Paul Thomas Anderson yönetmenliğindeki Daydreaming klibi ile heyecanı iyice artırmışlardı.

Özellikle Daydreaming ayrı bir parantezi hak ediyor. Paul Thomas Anderson'in yönettiği klip, birçok alt metin okumayı da mümkün kılan, içine çeken özel bir iş olarak şimdiden akıllara kazındı bile.

Ve Daydreaming'den hemen sonra da 8 mayıs itibariyle ''A Moon Shaped Pool'' Radiohead hayranlarının beğenisine sunuldu.

Benim öznel yorumum, muazzam bir albüm olduğu yönünde. Hem yeni kitleyi hemen kendine çekebilecek hem de Radiohead sound'una aşina olan, ezelden hayran olan kitleyi de memnun edecek cinsten bir albüm.

İşte bu nokta çok önemli, çünkü o sevdiğimiz, alıştığımız Radiohead tınıları, kabına sığmayan bir Radiohead ile bir araya gelmiş yine.
Nasıl yapıyorlar bilemiyorum fakat hem kendilerini yenileyip, sınırlarını aşıp hem de aynı tadı, kaliteyi korumayı başarabiliyorlar.

Değişim adı altında, tamamen yabancı bir forma bürünmüyorlar fakat aynı zamanda da kendilerini, müziklerini taze tutmasını da çok iyi biliyorlar.

Şarkılara gelirsek, kesinlikle albüm kötü bir şarkı barındırmıyor. Fakat özellikle sık dinlediğim parçalar Desert Island Disk (Bence albümün en iyi şarkısı), Daydreaming ve Decent Darks oldu.




Albümdeki şarkıların listesi:

"Burn the Witch"
"Daydreaming"
"Decks Dark"
"Desert Island Disk"
"Ful Stop"
"Glass Eyes"
"Identikit"
"The Numbers"
"Present Tense"
"Tinker Tailor Soldier Sailor Rich Man Poor Man Beggar Man Thief"
"True Love Waits"

Ayrıca canlı performanslarından oluşan ''I Might Be Wrong: Live Recordings'' albümünde dinlediğimiz ''True Love Waits'' şarkısı da bu albümde çok özel bir stüdyo kaydıyla kendine yer bulmuş.

Radiohead insanı çağırıyor ve hayal dünyasına gezintiye çıkarıyor. Gözlerinizi kapatın ve uzun bir aradan sonra gelen bu muhteşem dönüşün tadını çıkarın.

Keyifli dinlemeler.

Dipnot: Albümden üçüncü klip de The Numbers parçası için gelecek. Onu da merakla bekliyoruz.

12 Mayıs 2016 Perşembe

KARADENİZ MÜZİĞİNİN GÜÇLÜ TEMSİLCİSİ MARSİS’DEN YENİ ALBÜM: KİANA

Karadeniz Etnik Müziğinin güçlü temsilcilerinden Marsis.

2006’da Rizeli Korhan Özyıldız (Vokal) ve hemşerisi Ceyhun Demir tarafından İstanbul’da kurulan Marsis,

zamanla ve bazı ekleme-çıkarmalarla Çağatay Kadı (Elektro gitar), Yaşar Kadir Baş (Davul), Serkan Göl (Bas gitar) ve Onur Kahveci’dan (Tulum) oluşan kadrosuyla bügünkü son şeklini aldı.

‘’Karadeniz’in içinden gelenler ve içinden Karadeniz gelenler’’ sloganıyla yola çıkan grup 2009’da grupla aynı ismi taşıyan albümle müzik dünyasına giriş yaptı.

Karadeniz’in yerel ezgileriyle evrensel rock müziğini başarılı bir şekilde sentezleyen Marsis kısa sürede bu alandaki özgün isimlerden biri olduğunu gösterdi ve bu çizgiyi de hiç bozmadan devam ettirmeyi başardı.

Üç yıl sonra, 2012’de gelen ikinci albüm olan Komoxtu Ora (Zamanı Geldi) ile bu yerel ile evrenselin buluştuğu çizgiyi pekiştirerek çok başarılı bir albümle yoluna devam eden grup, ilk albümde olduğu gibi bu albümde de Türkçe parçaların yanı sıra Lazca, Megrelce gibi yerel dillerden parçalara da yer vermişti.

Ve şimdi. Aradan dört yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra Marsis nihayet 6 mayısta çıkan yeni albümüyle karşımızda: Kiana. (Kiana, Lazcada Dünya demek)

Albümde ilk dikkat çeken şey, bu sefer kemençenin baskın bir rol oynuyor olması. 2012’de Komoxtu Ora’da tulumun parçalardaki ağırlığı dikkat çekiyordu, bu sefer kemençe biraz daha ön planda denilebilir.

Tabii grubun kemençe üstadı Ceyhun Demir’in albümdeki performansı yine şahane.

Benim albümdeki favorim, albüme de adını veren Kiana oldu. Özellikle ney, davul ve elektro gitarın buluşması muhteşem bir çalışmanın ortaya çıkmasına vesile olmuş. Dinlemeye doyum olmayan bir şarkı.

Bunun dışında grubun radyo kayıtlarından ve canlı performanslarından dinlediğimiz Bahçada Yeşil Çınar’ı albüme koymaları da çok isabetli olmuş. Korhan Özyıldız’ın bu türküye kattığı yorum da bir o kadar enfes.

Albümde beğenmediğim bir şarkı cidden olmamakla beraber Garmilig, Yenge Kızı, Pencere albümün bir diğer öne çıkan parçalarından.


Şarkı listesi:

1. Kalbumi Atacağum

2. Garmilig

3. Sensiz Olmaz

4. Amlakit

5. Kiana

6. E Bozo

7. Senden Geriye Kalan

8. Yenge Kızı

9. Pencere

10. Ernesto

11. Salına Salına

12. Bahçada Yeşil Çınar

Bu albümde, ayrıca grup için bir ilk olarak Garmilig isimli Hemşince şarkı kullanıldı. Buradan yola çıkarak şunu söylemeliyim ki, yerel dillerin, kültürlerin kaybolmaya yüz tuttuğu bir zamanda Marsis ve Marsis gibi diğer grup ve müzisyenlerin bu konudaki çabalarını çok kıymetli buluyorum. Çünkü Karadeniz’in yerel dilleri bu türküler sayesinde yeniden hayat buluyor ve yaygınlaşıyor. Bu çok önemli bir şey ve aslında kültür taşıyıcılığı görevi de görüyor.

Grubun etnik rock çizgisi ise bozmadan bu albümde de sürüyor. Yine sert ritmler yerel ezgilerle çok başarılı şekilde buluşmuş. Bu açıdan özellikle Marsis çok istikrarlı. Çıkan üç albümlerine de baktığınız zaman grubun, kariyerine çıkarken oluşturduğu bu ruhu kaliteden ödün vermeden sürdürdüğünü görebiliyorsunuz.

Ve şunu da belirtmek gerekir ki aktif Karadenizli grup/müzisyenler arasında bence Marsis, hakkıyla etnik rock yapan yegane isim konumunda.

Özellikle 90’lardaki Zuğaşi Berepe ile başlayan (ki Zuğaşi Berepe Dünyanın ilk lazca rock topluluğudur) ve sonrasında rahmetli Kazım Koyuncu’nun da başarıyla icra ettiği etnik rock müziği esintilerini estiren bir grup Marsis.

Bu yüzden eğer Kazım Koyuncu’nun devrettiği bir bayrak varsa bence o bayrak bugün Marsis’de.

Keyifli dinlemeler.

27 Nisan 2016 Çarşamba

SATIRLARDAN AKAN BİLGELİK: ÖYLE MİYMİŞ?

Sindire sindire, her bir cümlesinin tadına varılarak okunası bir Şule Gürbüz kitabı: Öyle miymiş?

Öyle güzel, naif bir bilgelikle kurulmuş cümleler barındırıyor ki hayran kalmamak imkansız.
Bu kitabı ıskalamayın.



26 Nisan 2016 Salı

GÜNÜN TATLI YORGUNLUĞU

Haftasonu (23-24 Nisan) 21. İzmir Kitap Fuarı'nın son günleriydi ve bu iki günü fuarda dolu dolu geçirdim. Oldukça yorucu fakat geride bıraktığı anılarla keyifli bir haftasonu oldu kendi adıma.

Cumartesi, önce 14.15'deki Ercan Kesal söyleşisine katıldım. Daha önce de yine fuarda bir kez dinleme şansına eriştiğim Kesal'i bir kez daha dinlemek büyük keyifti.

Bu söyleşi bittikten sonra, imzası da vardı fakat merakla beklediğim Murathan Mungan'ın söyleşiyle kesiştiğinden, söyleşi bittiğinde yerimden kıpırmadan aynı salona gelecek olan Murathan Mungan'ı bekledim.

Murathan Mungan'ın bendeki yeri cidden apayrıdır diyebilirim. Yaşayan Türk yazarlar arasında onu ayrı bir yere konumlandırırım. Yazdıklarıyla, bir okur olarak dağarcığımı, ufkumu genişletmiş kıymetli yazarlardan.

Bu yüzden de, zaten programda adını gördüğümden beri bu söyleşiyi merakla bekliyordum.
İnsanın sadece yazdıkları aracılığıyla bir nevi iç dünyasına konuk olduğu yazarı kanlı canlı görmesi ilginç ve unutulmaz bir his. Bu bir bakıma da okunan kitaplardan sonra bütünü tamamlayıcı bir şey aslında.

Bir saat süren bu keyifli söyleşinin ardından günün zor kısmı başladı. Elbette imza kuyruğundan bahsediyorum. Ayakta geçen üç saatlik sürenin ardından, 16.40 gibi girdiğim imza kuyruğundan 19.45 gibi çıktım. Değdi mi? Kesinlikle.

Sıra bana geldiğinde, elimdeki dört kitabı imzalattım. Sadece okur için değil aynı zamanda bir yazar için de bolca sabır gerektiren yorucu bir uğraş imza günleri. Onca geçen zamana rağmen Murathan Mungan'ın yüzünden hala tebessüm ve ilgi alaka eksik olmamıştı. Okuyucusuna olan saygısını her şekilde gösteriyordu.

Genelde fotoğraf çektirenler fazla olmakla birlikte ben tercih etmedim. Hem sırada bekleyenleri hem yazarı fazla meşgul etmemek kitaplarımı imzalatıp ayrıldım.
Fotoğraf çektirmek elzem midir ki? O an zihnime bir fotoğraf netliğinde kazındı zaten. Bu da bana yeter.

Totalde iki saatlik söyleşi, ardından üç saat süren imza kuyruğunun ardından epeyce yoruldum elbet fakat biriktirdiğim anılar bu tatlı yorgunluğa değdi.

15 Nisan 2016 Cuma

21. İZMİR KİTAP FUARI

Sadece İzmirlilerin değil, tüm Egelilerin merakla beklediği İzmir Kitap Fuarı gelip çattı. Bu yıl 21. kez düzenlenecek olan fuar 16-24 nisan tarihleri arasında, her zamanki gibi Alsancak'taki yerinde, Kültürpark'ta 9 gün boyunca okurları ağırlayacak.

Doğan Kitap'tan İletişim'e, Can Yayınları'na kadar yine geniş yelpazede birçok yayınevinin yer alacağı fuarın bu yılki onur konuğu İzmirli şair-yazar Hüseyin Yurttaş.

Ayrıca, bu yıl, 100. yaş günü anısına Behçet Necatigil, çeşitli panel ve etkinliklerle fuarda anılacak.

Peki bu yıl fuarda okurları neler bekliyor, hangi söyleşiler ve yazarlar yer alacak, bunlardan dikkat çeken birkaç ismi yazmakta fayda var. Planını yapacak, gitmeyi düşünen okurlar için de bir dipnot olsun.

Fuarın ilk haftasonunda, İsmail Saymaz ''Toplumsal Linç'' isimli söyleşisiyle 17.30-18.30 arasında Konferans Salonu 3'te okurlarıyla buluşacak.
Yine bir başka İletişim Yayınları etkinliğinde, Fehim Taştekin ''Ortadoğu nereye gidiyor?'' isimli söyleşisiyle 14.30-15.30 saatleri arasında Konferans salonu 1'de olacak.

Fuarın ikinci ve son haftasonunda ise, 23 Nisan Cumartesi günü oyuncu ve yazar Ercan Kesal ''Mühürlenmiş Zamanın İzinde Edebiyat ve Sinema'' söyleşisiyle 14.15-15.15 arasında Konferans Salonu 3'te olacak.

Günün bir başka etkinliğinde ise, Metis Yayınları'nın düzenlediği söyleşide, Murathan Mungan ''Yazdıklarımın Etrafında'' başlıklı söyleşisiyle 15.30-16.30 arasında Konferans Salonu 3'te okurlarıyla buluşacak.

Fuar, son gününde ise Enver Aysever, İlber Ortaylı, Üstün Dökmen gibi isimleri ağırlayacak.
13.00-14.00 saatleri arasında, konferans salonu 3'te İlber Ortaylı ''Türklerin Tarihi'' isimli söyleşisiyle yer alacak.

Remzi Kitabevi'nin düzenlediği söyleşide ise, Üstün Dökmen 14.15-15.15 arasında ''Romanlar, İnsanlar, İmkanlar'' başlıklı söyleşisiyle okurlarla buluşacak. Bu söyleşi de konferans salonu 3'te gerçekleşecek.


Tabii, tüm bunlar iyi güzel fakat kitap fuarlarıyla ilgili genel olarak bir şeye de değinmek lazım. Taş çatlasın yüzde 15-20'lik indirimlerle kitap fuarları nereye kadar devam edecek?

Yayınevlerinin maalesef her yıl bu konuda ketum davrandıklarını görüyoruz. Halbuki yazarla okuyucuyu bir araya getiren kitap fuarlarında, yayınevlerinin aynı zamanda okuyucuya sunduğu indirim oranının da cezbedici olması gerekmez mi?

Bugün baktığınız zaman, zaten fuar dışında, yılın her günü okurlar çeşitli internet sitelerinden aynı indirimlerle istedikleri kitapları alabiliyorlar.
Dolayısıyla yazarların imza ve panelleri dışında, bir okur için kitap fuarlarının ayırt edici, cezbedici bir yanı olmuyor.

Umarım artık bu konuyla ilgili yayınevlerinin daha eli açık davrandıkları günleri görebiliriz.
Temennimiz her açıdan okuru kazanan, kendine çeken bir kitap fuarı olması.

Şimdiden keyifli bir fuar olması dileğiyle.

12 Nisan 2016 Salı

BATMAN V SUPERMAN: DAWN OF JUSTICE

Gökyüzü engindir. Ucu bucağı bilinmez.
 İnsanoğlunun hayalgücü de öyle biraz. Düşündükleriyle, hayalleriyle gerçekle imkansızı bir adım daha birbirine yaklaştırır ve bu hayalgücünün eseri olan kimi ürünler ve karakterler, kitlelerde derin bir iz bırakır ve yıllar içinde fenomene dönüşür.
İlk kez 1938'de yayınlanan, Jerry Siegel ve Joe Shuster'in çizdiği Superman da bu fenomen karakterlerden biri.
Bugüne dek defalarca sinemaya uyarlanan ünlü DC Comics karakteri, 2013 yılındaki yeni uyarlama Man of Steel'de Henry Cavill ile bir kez daha beyazperdeye dönmüştü.
Ve öte yandan Gotham'ın koruyucusu Batman. Özellikle 2005-2012 yılları arasındaki Christopher Nolan'ın üçlemesiyle adeta altın çağını yaşayan, yeni bir forma bürünen Batman dünya çapında oldukça büyük bir hasılat elde etmişti.
Ve, DC Comics'in bu iki popüler karakterinin yolları ''Batman v Superman: Dawn of Justice'' filmiyle kesişti. Yönetmen koltuğunda, daha önce 300, Watchmen ve Man of Steel gibi filmleriyle tanıdığımız Zack Snyder oturuyor.
Superman rolünde, ikinci kez Henry Cavill'i izlerken, yeni Batman rolünde ise, açıklanmasıyla uzun süre gündemden düşmeyen ve tartışmalara sebep olan Ben Affleck'i izliyoruz.

Filmle ilgili detaylara girmeden konuyu özetleyecek olursak;
Kronolojik hikayede aradan yıllar geçmiş ve Bruce Wayne, namı diğer Batman, bir nevi Gotham'da inziva hayatı yaşamaktadır.  Öte yandan Metropolis'de ise tıpkı Batman gibi bir halk kahramanına dönüşen Superman.
Haklarında sürekli çıkan haberler ve halk arasında bölünmeye de yol açan rekabet bu iki karakterin birbirlerinden haz etmemelerine sebep olmuştur.
Fakat, filmdeki kötü karakterimiz Lex Luthor'un (Jesse Eisenberg) başlattığı kötü olaylar silsilesi bu iki süper kahramanı hiç ummadıkları noktalara sürükleyecektir. Tabii yanlarında Wonder Woman unsuru ile beraber.
Film, Bruce Wayne'in geçmişine inen oldukça güzel bir açılış sekansı ile başlıyor ve bizi en başından karanlık bir atmosferin içerisine sokuyor. Filmin devamında da, Batman'in geçmişine yönelik devam eden sahnelerle karakter filmin içerisine oldukça iyi şekilde yedirilmiş. Superman için ise geçmişe yönelik herhangi bir sahne mevcut değil. Bunu da 3 yıl önce Man of Steel ile zaten geniş yer ayırmalarına bağlamak lazım sanırım.
Oyunculuklarda ise hiçbir falso yok. Henry Cavill Superman rolünde yine oldukça iyiyken, asıl merak konusu olan Ben Affleck'in performansı ise olumsuz önyargıları yıkacak cinsten. Batman profiline gayet iyi uymuş diyebilirim Affleck için.
Yan karakterlerde belki Eisenberg'in biraz abartıya kaçan Lex Luthor yorumu için ufak bir eleştiri getirilebilir. Bunun dışında Wonder Woman rolündeki Gal Gadot'un da filme katkısı oldukça fazla.
İşin yönetmen mutfağında Zack Snyder, Man of Steel'in tersine burada çok iyi bir iş çıkarmış ve ortaya gayet güzel, karanlık atmosfere sahip bir uyarlama koymuş. Gözümde, Man of Steel ile yitirdiği kredi bu filmle tazelendi.
Aynı şekilde görüntü yönetmenliğinde de Larry Fong'un katkısı yadsınamaz. Film, Fong'un görüntüleriyle epik, karanlık bir forma kavuşmuş.
Müziklerde ise usta Hans Zimmer bu sefer Junkie XL ile çalışmış ve filmin ruhuna uyguna başarılı bir soundtrack çıkarmışlar.
Son olarak, bir de filmin sponsorlarından Türk Hava Yolları için dipnot düşmek lazım. Film öncesinde zaten yayınlanan reklam spotlarıyla başarılı bir reklam çalışması yapmışlardı. Filmin içerisinde de gözükerek bu PR çalışmasını pekiştirmiş oldular.
Özetle, ''Batman v Superman: Dawn of Justice'' çizgi romanın ruhuna ihanet etmeyen, cgi efektlerinin yanında senaryoyu da ihmal etmeyen başarılı bir uyarlama.
Puan: 10/8
İyi seyirler.

11 Nisan 2016 Pazartesi

JEAN-MARC VALLEE'DEN DEMOLITION

Yeniden başlamak.
Bazen ayağa kalkmasını bilmek gerek. Zor da olsa insan bir kırılma noktası olarak her şeyi silip yeniden başlayabilmeli. Bir enkazın içinden çıkıp tutunabilmeli.

Cafe De Flore (2011), Wild (2014) ve özellikle iki Oscar ödülüne layık görülen Dallas Buyers Club (2013) ile son yıllarda büyük ses getiren ve kariyerinde emin adımlarla ilerleyen Jean-Marc Vallée , bu hafta ülkemizde vizyona giren son filmi Demolition'da bir yeniden başlamanın öyküsünü sunuyor izleyiciye.

Davis Mitchell (Jake Gyllenhaal), lüks bir hayat süren, eşinin babasının himayesi altında, bir finans şirketinde çalışan beyaz yaka bir çalışandır.

Filmdeki ''Eskiden, evrak çantası taşıyan insanlardan olacağımı hiç düşünmezdim'' cümlesiyle sıkıcı, tekdüze bir hayatın içinde aslında hapsolan, içindeki tutkuları bastırmış bir karakter olduğu da özetlenir aslında.

Davis'in bu tekdüze hayatı bir gün kendisinin sağ kurtulduğu bir trafik kazasında eşini kaybetmesiyle değişir.

O günden sonra Davis, eşinin ölümünün ardından hayatın bir başka yüzüyle karşılaşırken bir yandan da hasır altı kalmış bazı gerçeklerin ortaya çıkmasıyla sarsıntılı bir süreç geçirir.
Her ne kadar başlarda umursamaz bir tavır sergilese de, zamanla bir arayış içerisine giren Davis, kendisini bir kabuğundan çıkma masalının içinde bulur.

Bu yeniden başlama mücadelesinde ise yalnız kalmayacaktır. Bir otomat şirketine yazdığı,  arasına hayat hikayesini de kattığı uzun şikayet mektupları, şirketin çağrı merkezi personeli Karen'in (Naomi Watts) dikkatini çeker. Karen ve oğlu Chris, Davis'in çıktığı bu anlam arayışında yanındaki isimler olacaktır.

Demolition'u ayakta tutan en büyük etken, Jake Gyllenhaal'in sunduğu etkileyici kompozisyon desek yanlış olmaz. Geçen yılki sarsıcı Nightcrawler performansı kadar olmasa da Gyllenhaal, Demolition'da da kendine has oyunculuğuyla, Davis Mitchell karakterine etkileyici bir şekilde hayat vermiş. 

Bazı oyuncular var ki, onların canlandırdığı karakterlerde, ''Yerinde şu olsaydı nasıl olurdu?'' demeye gerek bırakmayan bir performans ortaya koyarlar. Gyllenhaal da bu tarz, kendi imzasını katan oyunculardan biri kesinlikle.
Seçtiği isabetli projeler ve özellikle son yıllardaki büyük sıçrayışıyla kariyerinde falso bulundurmayan Gyllenhaal, bu isabetli projelere Demolition'u da eklemiş oldu böylelikle.

Gyllenhaal'a eşlik eden yan karakterlerde de falso yok. Naomi Watts ve Chris Cooper da iyi bir iş çıkarırken özellikle genç oyuncu Judah Lewis'in performansı görülmeye değer.

Demolition ile ilgili belki tek göze batan bir noktadan bahsedeceksek eğer; hikayenin odağındaki karakterlerin birden değişmesi ve buna bağlı olarak da hikayenin seyrinin de farklı bir yön alması diyebiliriz. Bu detay, filmin puanını bir nebze olsun düşüren unsurlardan biri.
Bunun dışında baştan sona, Davis'in ruh halini incelikle işleyen, yansıtan bir hikaye örmüş yönetmen Jean-Marc Vallée.

Özetle; Demolition, görülmesi gereken oyunculuklarıyla ve ağdalı bir anlatıma bürünmeyen, mizahı da dramı da dozunda senaryosuyla başarılı bir film. Haftanın izlenmesi gereken filmlerinden. 
Film puanı: 7.7

İyi seyirler

16 Mart 2016 Çarşamba

PEKİ KİTAPLAR NE OLACAK?

İnsan, kitapları düşünüyor bir de. 

Geride kalan, bir zamanlar heyecanla okunmuş kitapları. Altları çizilmiş, kişiliğin aynası olan kitapları.

Belki bir sayfasına kahve damlamış, izi kalmış. Bir sayfası kıvrılmış belki, içinde bir ayraç kalmış sahipsiz. Kütüphanede öylece kalmışlar.

Belki evden son kez çıkmadan önce okunan bir kitap. Masanın üzerinde kalmış. ''Akşam dönünce devam ederim'' düşüncesiyle bırakılmış.

Kitapları yetim bırakmak zor. Ne olacak onlar geride kalıp tozlanınca? Ya bir daha okunamayacak olan satırlar?

Okumaktan vazgeçmeyin. Karanlığın ortasında bir ışık açıp okuyun yine. Listenizde olanları ertelemeyin, şimdi okuyun. Yarım bıraktıklarınızı tamamlayın, yarın tamamlarım diye düşünmeyin.

Yarın ne olacak, maalesef hiç bilmiyoruz çünkü. Etrafımız belirsizlikler doluyken bir kitabı yarım bırakmak lüksümüz de yok.

6 Mart 2016 Pazar

BİR FİLMDEN BİR SAHNE: NAKED (1993)

Johnny: Geçmişte yaşıyorsun. Esas sorun gelecektir, Brian. O elmanın içindeki kurtçuk. Şu andan tamamen bıkmışsın, Brian. Ama şu anla ilgili hiçbir sorun yok. Şu an iyidir. Şu an mükemmeldir.
Şu an yağlı ballı börektir. Şu anla ilgili tek sorun aslında böyle bir şeyin var olmaması. Çünkü şu an gelecektir ve gelecek de geçmiş.

Hepsi aslında aynı şeyin parçasıdır. Varoluşa geçiş ve yok oluş bir süreçtir. Var olmak ve yok olmak.
Gelecek şimdi.

Brian: Fakat şu an aslında var. Onun içindeyiz.

Johnny: Az önce, bunu söylediğin zaman içindeydin ama artık içinde değilsin. Gelecek sonsuza dek peşimizde. Katılıyor musun?

Brian: Evet, doğru. Bak, ben şu andayım fakat ben şu anda değilim. Ben gelecekteyim. Aynen.

Johnny: Kimse gelmemiş bir gelecekle fazlaca uğraştığını söylemedi mi, Brian? Vazifem değil ama
senin bir geleceğin bile yok. Benim bir geleceğim yok. Kimsenin geleceği yok. Parti bitti. Etrafına bak! Her şey dağılıyor.














5 Mart 2016 Cumartesi

GÜZEL BİR OLUŞUM, ŞIK BİR HAMLE: FESTİVALFİLM.NET

Şu sıralar, yeni bir online film sitesi yayın hayatına başladı: Festivalfilm.net

İsminden de anlayacağınız üzere, çeşitli festivallerde gösterilen ve vizyonda hep kısıtlı salonlarda izleyiciyle buluşabilen filmlerin gösterildiği, tamamen yönetmenlerinin katılımıyla, desteğiyle oluşan ve en önemlisi legal bir site.

Şimdilik bünyesinde 8 film mevcut: Sarmaşık, Baskın,  Gelecek Uzun Sürer, Rüzgarlar,  Kusursuzlar, Canavarlar Sofrası, Sonbahar ve İki Çizgi.

Elbette bunlarla sınırlı kalmayacak ve katılım arttıkça, daha da güzelleşecek bu oluşum.
Site, film kiralama yöntemi ile işliyor. 6 liralık ücret karşılığında, filmi 48 saatliğine kiralayabiliyorsunuz.

Bu işin güzelliği ise, kiraladığınız filmlerin bedeli, doğrudan filmi yapanlara gidecek. Yani katkınızla bu filmlerin yönetmenlerine, yapımcılarına destek vermiş olacaksınız. Hem de bu sitenin de ayakta kalmasına yardımcı olacaksınız.

Kesinlikle denemeye değer, şık bir hamle.

28 Şubat 2016 Pazar

AND THE OSCAR GOES TO...

Her yıl olduğu gibi, prestijli ödüllerle dolu geleneksel şubat ayı ve bir kez daha bir ödül sezonunun sonu.
Golden Globe, PGA, DGA, SAG, Bafta vs. ve Ocak ayında adayların açıklanmasıyla başlayan geri sayım derken, 88. Oscar Ödül Töreni geldi çattı.

Tabii işin en keyifli yanı her yıl olduğu gibi havada uçuşan tahminler, bahisler. Favoriler bir yana, herkesin gönlünden geçenler de farklı farklı elbet.

Ben de, tahmin rüzgarlarına kapıldım ve gönlümden geçenlerle kazanması yüksek ihtimal olanları listeledim.
Bu yıl da en büyük favorim, geçen yıl Birdman ile başlattığı sinemasal rüzgarı devam ettiren Inarritu oldu. Bakalım, onu bu gece yine elinde altın heykelcikle görebilecek miyiz? Merak konusu.

Kim alır?/kim almalı? şeklindeki listem:

En iyi film

Kim alır: The Revenant/ Kim almalı: The Revenant

Son zamanlarda özellikle yükselen bir The Big Short rüzgarı var, burası kesin ama ben, gittiği törenlerden boş dönmeyen The Revenant'in şansının daha yüksek olduğunu düşünüyorum. Göreceğiz.

En iyi yönetmen
Kim alır: Alejandro G. Inarritu/ Kim almalı: Alejandro G. Inarrıtu

İki ay önce sorsanız, geçen yıl aldığı ödüllere sayıp Akademi, bu yıl Inarrıtu ve filmini eli boş gönderir derdim ama o iki aylık arada yaşanan gelişmeler, aldığı ödüllerle Inarrıtu yine çok güçlü olduğunu gösterdi. Bu yıl da alırsa şaşırmayacağım.

En iyi erkek oyuncu
Kim alır: Leonardo Dicaprio/ Kim almalı: Michael Fassbender

Bu konuda yalnız olduğumu biliyorum ama izin verin, izah edeyim.
Öncelikle The Revenant'i ilk izlediğimde kesinlikle Dicaprio'ya bayıldım. Hala da öyle aslında, bir şey değişmedi. Muhtemelen o alacak ve alırsa da hak etmedi demeyeceğim. Fakat öte yanda var olan ve hiç dillendirilmeyen Fassbender'in Steve Jobs portresi, bence hiç de Dicaprio'dan altta kalır gibi değil. Hatta bu performans, kimi yerlerde Dicaprio'nun da üstüne çıkıyor. Son derece leziz olan ve bol diyaloğa dayanan bu performansa şans verilmiyor oluşu beni üzüyor ve bu yüzden içten içe Fassbender'in kazanmasını istiyorum.

En iyi kadın oyuncu
Kim alır: Brie Larson/ Kim almalı: Cate Blanchett

Brie Larson konusunda herkes hemfikir. Maalesef, gecenin en kesin dallarından biri. Bu dalda olan, Blanchett'in büyüleyici Carol performansına olacak. Harcayacaklar matmazel.

En iyi yardımcı kadın oyuncu
Kim alır: Alicia Vikander/ Kim almalı: Kate Winslet

Yardımcı oyuncu kategorileri bu yıl, önceki yılların aksine pek renkli ve çetin. Bu dalda, Rachel McAdams'ın nasıl gösterildiğini anlayamadığım Spotlight performansı hariç, geri kalan dört aday da çok iyi.

Aslında ibre başlarda Jennifer Jason Leigh'den yanaydı (Tabii hala şansı var) Fakat sonrasında ödül tercihleri dengeleri değiştirdi. Kate Winslet hem Altın Küre'yi hem Bafta'yı alarak öne çıktı fakat bir yandan da Oscar'ın yardımcı kadın oyuncu kategorisine soktuğu Vikander'in yer alması işleri karıştırdı.

En iyi yardımcı erkek oyuncu
Kim alır: Sylvester Stallone/ Kim almalı: Mark Rylance- Christian Bale

Gelelim, gecenin en belirsiz, çekişmeli kategorisine. Bale, Hardy, Stallone, Rylance derken hangi birini öne çıkaracağını şaşırıyor insan. (Ruffalo'yu mevzu bahis etmedim, bence şansı zaten yok)

Stallone Altın Küre'yi, Rylance Bafta'yı kaptı. Bafta'yı da Stallone alsaydı, belki sonuç belli derdik ama şu durumda terazi dengede duruyor. Gönlüm Rylance'dan yana. Öte yandan Christian Bale'in de performansı göz ardı edilmeyecek gibi.

Yalnız burada asıl bahsedilmesi gereken ise, Steve Carell'in yokluğu. Mutlaka adaylığı alması gerekirdi.

En iyi görüntü yönetimi
Kim alır: Emmanuel Lubezki/ Kim almalı: Emmanuel Lubezki

Valla inanmak güç ama Lubezki üçlemeye doğru gidiyor. Hak ediyor da. Ödül ondan seker mi? Zor ama eğer sekerse de muhtemelen John Seale'a gider.

En iyi kurgu:
Kim alır: The Big Short/ Kim almalı: The Revenant

The Revenant, bence kurgusu da yabana atılmayacak cinsten bir film. Gerçek hikayesini bilenler zaten, o hikayeden nasıl epik bir film çıkarılmış, iyi biliyorlar. 160 küsür dakika boyunca, durağanlaşmaya çok müsait bir film, bu yalpalamayan kurguyla izleyiciyi sürekli diken üstünde hissettiriyor.

The Big Short alır dememin sebebi ise, bahislerde yükselen The Big Short'u kurgu ödülüyle yetinmek durumunda bırakabilirler, eğer en iyi filmi The Revenant'in alacağını düşünürsek.

En iyi uyarlama senaryo:
Kim alır: The Big Short/ Kim almalı: The Big Short

The Big Short'un elinin güçlü olduğu bir başka dal. Hemen hemen rakibi yok gibi. Carol'u son derece seviyorum fakat senaryodan çok yönetmenlik mahareti bir iş olduğu için bu dalda şansı düşük.

En iyi orijinal senaryo:
Kim alır: Spotlight/ Kim almalı: Inside Out

İkisi de çok iyi filmler. Spotlight, genel kanının aksine benim çok sevdiğim bir film oldu. Fakat iş senaryoya gelince Inside Out'un yaratıcı zekası ağır basıyor. Umarım alır.

En iyi film müziği:
Kim alır: The Hateful Eight/ Kim almalı: Carol

Carol'u ve dolayısıyla Carter Burwell'i rakipsiz görüyorum ama muhtemelen ödül üstad Morricone'in olacak. Doğruya doğru, Morricone'ye bir üstad olarak saygımız sonsuz elbet ama o ödül Burwell'in hakkı.


En iyi animasyon: 
Kim alır: Inside Out/ Kim almalı: Inside Out

Inside Out'un en yakın rakibi Anomalisa'nın bile şansı epey düşük. Gecenin tartışmasız dallarından biri. Inside Out hak ettiği ödül alacaktır, almalı.

En iyi orijinal şarkı
Kim alır: Writing's On The Wall (Spectre)/ Kim almalı: Simple Song (Youth)

Writing's On The Wall, muazzam Simple Song'un yanında ilkokul bestesi kalıyor. Özellikle Youth'un etkileyici finaliyle birleşerek müthiş bir haz veren Simple Song keşke galip gelse.

Yabancı dilde en iyi film
Kim alır: Son of Saul/ Kim almalı: Son of Saul

11 kişilik bir futbol takımının sahaya rakip takım olmadan çıkıp boş kaleye ardı ardına golleri sıraladığını veya Russell Westbrook'un karşısına mahallenizin çaylak basketçilerinin dizildiğini düşünün. İşte Son of Saul bu kategoride bir Westbrook veya 11 kişilik takım gücünde.

Zaten kim rakip olacak? Mustang mi? En fazla kahkaha atarım.


Tahminler, istekler böyle. Heyecanı, keyfi bol bir ödül töreni olsun bakalım.
İyi seyirler şimdiden.

23 Şubat 2016 Salı

GEÇMİŞ TÜKENMİŞ, BİR AVUÇ ANI KALMIŞ BİZE

Bazen karşılaşıyoruz bir yerlerde veya telefonlaşıyoruz.
Uzun bir aranın telafisini yapalım diyoruz. Hayat meşgalesi, her birimizi sürüklemiş ayrı yerlere.
Eskisi kadar canlı olmasa da dostluğu tazeleyelim istiyoruz.

Eskiden yürüdüğümüz, masumiyetimizle koşturduğumuz sokaklardan geçiyoruz yine. Top peşinde koştuğumuz okul bahçeleri, kenarına oturup gazoz içtiğimiz kaldırımlar. Sanki anıların müzesi gibiler.
Onlar aynı, biz değiliz. Zaman çok şey almış, götürmüş.

Oturuyoruz bir yerlere. Hoş beş, klasik giriş cümleleri. Sen neler yaptın? Ben neler yaptım vs.
Konu eskilere geliyor sonra. İrtibatımızın kopup yittiği eski dostlara. Şundan haber aldın mı? O nerelere gitmiş falan filan.

Bir zamanlar aranda bir kaldırım veya birkaç yüz metre olan insanlarla şimdi kilometreler olması tuhaf. Sanki hala çıkıp seslensen, duyacaklarmış gibi. Ödevleri yapıp, sokağa çıkıp akşam ezanına kadar kan ter içinde koşturacakmışız gibi.

Ve anılara gidiyor zihnimiz. Yıllar öncesi.

55 ekran tüplü televizyonlarda, birbirimizin evinde film izlerdik. Evin annesi, salçalı ekmek yapardı veya o gün şanslıysak mantı bile yerdik.

Tabii serde sinefillik yok o zamanlar. Yönetmene, oyuncuya göre değil; türe, popülerliğe, mahallenin film dükkanındaki (sahi böyle bir meslek vardı bir zamanlar) sınırlı kataloga göre film seçtiğimiz yıllar.

Fight Club, içimizden birinin oflayıp poflamasıyla kapatmak zorunda kaldığımız Memento (Sonra kim sıkıldıysa mızıkçılıkla suçlardık onu. Hatta aramızda gizlice sözleşip, ertesi hafta ondan habersiz film izlerdik)
Çocuk aklımızla neyin duygusallığını yaşıyorsak artık, izlediğimiz Titanic pek hüzünlü gelirdi bize. Sanki geminin batacağı belli değilmiş gibi ekrana yalvarırcasına bakardık o heyecanla.

Kimimiz savaş, kimimiz komedi, kimimiz aksiyon, kimimiz dram severdi ama yine de bir ortak noktada buluşmayı becerirdik.

Hatırlar mısın? Bir gün Pal Sokağı Çocukları'nı okumuştum da, sonrasında sen dışarıya çağırmıştın. Benim surat beş karış, ismi küçük harflerle yazılan, er Nemeçsek'in kaderine üzülüyorum. Senin bir şeyden haberin yok.
Soruyorsun, ''Noldu oğlum? Anlatsana ya'' ısrarlarınla.
Çok detayına girmeden, anlatıyorum kitabı. Sen de merak ediyorsun, istiyorsun benden. (O baskı hala duruyor elimde. Tüm üstüne sinen anılarla)

Birkaç gün geçiyor, bu kez sen okuyup geliyorsun suratın beş karış. İçten içe artık dert ortağım var diye seviniyorum ben. Beraber yas tutuyoruz Nemeçsek için.

Hatta işi ileriyle taşıyıp kendimize bir arsa bile belliyoruz okulun arka tarafında, küçücük bir yer. Orada oynamaya başlıyoruz. Ha, bizim sonumuzda kitaptaki gibi trajik şeyler yok tabii, o ayrı.

Kah kahkahalar, kah hey gidiler eşliğinde anıyoruz tüm bu olup bitenleri, yaşanıp geçenleri.
Klasik hayret cümleleri, ''O kadar yıl olmuş mu ya'', ''Daha dün gibi'' ve benzerleriyle geçmişe ağıt yakıyoruz.

Aslında özlediğimiz çocukluk mu? Değil. Belli bir döneme değil de belli anılara odaklanmayı tercih ediyoruz biz galiba.

Neyse, yaşadığımız ana dönüyoruz. Kahve içip birer yetişkin olarak, eskileri konuştuğumuz bu ana.
İleride, bir 10 yıl sonra şimdiyi de mazide bırakıp anacağımız günleri hayal ediyoruz.
Gün gelecek, bugünler de bize çok eskide kalmış gibi gelecek. Şu anki netliği hatırlamayacağız bile. Kahvenin kokusunu unutacağız. Konuştuklarımızı ana hatlarıyla anca hatırlayacağız belki.
Belki de hiç bir araya gelip anamayacağız bile.

Bu yüzden içinde bulunduğumuz anı özümsemeye çabalıyoruz. Sanki kaçıp gitmesini engellemek ister gibi. Yıllar sonra da bu anı, bir rüya fluluğunda anmaktan korkar gibi.

Sonra nedendir bilinmez, susuyoruz bir süre. Önümüzde ne duruyorsa ona bakıyor gözlerimiz manasızca. Belki kelimeler tükeniyor, belki de biz tükeniyoruz.

Günün sonunda ayrılırken ''bir ara mutlaka haberleşelim'' tarzı beylik, samimiyetsiz cümlelerden özellikle imtina ediyoruz. Zaten biliyoruz ki o ''bir ara'' belki de uzun zaman gelmeyecek.
Sarılma, vedalaşma, iyi dilek faslı ve kapanış.
Herkes yoluna dönüyor.

Bir de bakmışsın o yollarda kan ter içindeki tişörtleriyle eve yollanan çocukların yerini iki ayrı yöne giden iki yetişkin almış.


21 Şubat 2016 Pazar

66. ULUSLARARASI BERLİN FİLM FESTİVALİ

66. kez düzenlenen, Uluslararası Berlin Film Festivali, dün akşamki ödül töreniyle kapanışı gerçekleştirdi.
Jüri başkanlığını bu yıl Meryl Streep'in üstlendiği ve Lars Eidinger, Nick James, Brigitte Lacombe, Clive Owen, Alba Rohrwacher'dan oluşan Uluslararası Jürinin Altın Ayı tercihi Gianfranco Rosi'nin filmi Fuocoammare'ye gitti.

 İtalya'nın Afrika'ya en yakın noktası Lampedusa adasındaki sığınmacıları ele alan "Fuocoammare",
sadece iki dakikalık kesitiyle bile bende yeterince merak uyandırdı. Bu yıl merakla bekleyeceğim filmlerinden biri olacak. Muhtemelen ülkemizde vizyon şansı görmeyecek olsa da, umudumuz elbette Filmekimi kapsamında gösterilmesi.

Gecenin ödül listesi ise şöyle oluştu:

En iyi film (Altın Ayı): Gianfranco Rosi/"Fuocoammare"
Jüri Büyük Ödülü: Danis Tanovic/”Smrt u Sarajevu”
En iyi yönetmen: Mia Hansen-Love/”L’avenier”
En iyi kadın oyuncu: Trine Dyrholm/ “Kollektivet”
En iyi erkek oyuncu: Majd Mastoura / “Inhebbek Hedi”
En iyi senaryo: Tomasz Wasilewski/”United States of Love”
En iyi sanatsal performans (Kamara): Mark Lee Ping-Bing/”Chang Jiang Tu”
Alfred Bauer Ödülü: Lav Diaz/”Hele Sa Hiwagang Hapis”
En iyi ilk film: Mohammed Ben Atia/”Inhebbek Hedi”
En iyi kısa film(Altın Ayı): Leonor Teles/“Balada de um Batraquio”
FIPRESCI Jüri Ödülü: “Danis Tanovic/”Mort a Sarajevo”
Caligari Film Ödülü: Tamer El Said/”In the Last Days of the City”
Uluslararası Af Örgütü Ödülü: Gianfranco Rosi/Fuocoammare ve Mehrdad Oskouei/”Royahaye Dame Sobh”
Barış Film Ödülü: “Maher Abi Samra/”Makhdoumin”


20 Şubat 2016 Cumartesi

SİNEMADA ''KORSAN'' MESELESİ ÜZERİNE BİRKAÇ SORU

- Çok uzağa gitmeyin, üç büyük şehir dışına çıkın (Hadi bir de Başka Sinema'nın varlığını sürdürdüğü bir iki şehri daha çıkarın), sıradan bir Anadolu kentindeki sinemasever, sinema salonlarında, görmek istediği filmlerden kaçını izleyebiliyor?

- Bu eleştiriyi yapanlar, bu Anadolu gerçeklerine ne kadar aşina? Yoksa İstanbul dışına çıkmadan mı bu yorumlarda bulunuyorlar?

- Orijinal dvd/blu-ray film fiyatları ortadayken, bir öğrenci veya yoksulluk sınırının az biraz üstünde gezinen bir çalışan (Türkiye yoksulluk sınırı 2231 tl) ayda kaç film alabilir?

- Ayrıca bu söz konusu sanatsal filmler ülkemizde ne zaman dvd formatında satışa çıkıyor veya çıkabiliyor mu?

- İllegal dediğimiz yollardan film izlediği için eleştirilen, hırsız muamelesi yapılan kitleyi, sanki hiç sinema salonuna adım atmıyormuş veya elinden geldiğince festival kovalamıyormuş gibi bir genellemenin içine sokmak hastalıklı bir eleştiri değil de nedir?

- Kaç kişi, bu iillegal otamlar dışında bulunmayan, ülkemize uğramayan filmleri yurtdışındaki festivallerde, yerinde izleyebiliyor?

- Peki, tüm bu yapılan eleştirilerden yola çıkarak, ülkemizde sinema, ısrarla ''elit'' bir zümrenin tekeline geçirilmeye mi uğraşılıyor? Peki, böyle bir çaba yok diyorsanız, öyleyse bu sert dilli eleştirilerin açıklaması ne olabilir?

- Sinema gibi toplumun her kesimine ulaşabilmesi, ulaştırabilmesi gereken bir sanat, daha henüz ülkenin her yerinde bile yokken, kültür-sanat alanında bütün sorunlarımız bitti de bunları mı tartışacağız? Yeri ve zamanı mı bu eleştirilerin? Cidden tüm bu sinemaseverlerin elinde bütün imkanlar vardı da bu kitle ısrarla illegal ortamları mı seçti yani?

-İnsanların film izleme yöntemlerine göre, sinemaseverlikleri, sinema bilgileri sorgulanabilir mi?
Her şeyden önce böyle bir ithamda bulunmak, naif ifadeyle bir ''nezaketsizlik'' değil midir?

Eğri oturup doğru konuşalım. Önce bu soruların cevaplarını dürüstçe verelim, sonra bu konuda sağlıklı bir tartışma zemini oluşturabiliriz.

19 Şubat 2016 Cuma

30. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE, TEZER ÖZLÜ

Şu sıralar Tezer Özlü'nün Milliyet Sanat'daki yazılarından oluşan, Sezer Duru'nun hazırlamasıyla Yky'den Ocak 2014'te çıkan "Yeryüzüne Dayanabilmek İçin" isimli son kitabını okuyorum.

Dün, yine kitaba devam ederken, bir süre sonra internette gezindim ve acı bir tesadüftür ki, aklımdan çıkıp gitmiş, dün Tezer Özlü'nün 30. Ölüm yıl dönümüymüş.

Kısacık ömrü, maalesef ardında fazla eser bırakmasına mani oldu Özlü'nün.
Bize kalansa, anılarıyla, dünyayla olan hesaplaşmasını yazdığı o hüzünlü, naif satırları kaldı.

Çağdaşı bir okuru olmayı isteyeceğim yazarlardan biriydi. Ne yazık ki ardında bıraktıklarıyla yetinmek kaldı elde.
Mekanı cennet olsun.

17 Şubat 2016 Çarşamba

BİR YAZAR BİR KİTAP: KADINSIZ ERKEKLER

''Bir gün sen de kadınsız erkeklerden olacaksın. O gün en ufak bir uyarı, küçücük bir ipucu vermeden; önsezi olarak hissettirmeden ya da içine doğmadan; kapını çalmadan, hiç beklemediğin bir anda seni bulacak. Bir köşeyi döndüğünde, aslında çoktan oraya varmış olduğunu anlayacaksın. Geriye dönmek mümkün olmayacak. O köşeyi bir kez dönünce, orası artık senin için mümkün olan tek dünya olacak. O dünyada sen kadınsız erkeklerden biri olarak anılacaksın.

Hep bu soğuk çoğul eki ile...

Bir kadının özlemini çeken, yasını tutan; bir kadın tarafından aldatılmış, terk edilmiş olmanın acısıyla yaşayan, aşkla kendinden vazgeçen erkeklerin öyküleri…

Haruki Murakami’den aşka ve kadınlara yazılmış yedi ağıt…''

Japon Edebiyatı'nın yaşayan usta kalemi Haruki Murakami bu kez satırlarına erkekleri konu ediyor. Bir şekilde hayatından kadın izi silinmiş veya bilinçli yalnızlığı tercih etmiş erkeklerin öykülerini anlatıyor. Toplam yedi öyküden oluşan kitaptaki kimi öykülerinde tamamen gerçekçi bir havaya bürünürken kimisinde ise yine alışıldık sürrealist anlatımını konuşturmuş Murakami.

Kesinlikle okunası bir kitap.

16 Şubat 2016 Salı

''SON OF SAUL'' BU CUMA VİZYONDA

2015'in en heyecan verici işlerinden, Türkiye prömiyerini, Filmekimi kapsamında gerçekleştiren 1977 doğumlu Macar yönetmen Lazslo Nemes'in ilk yönetmenlik deneyimi ''Son of Saul'' (Saul'un Oğlu) bu cuma Başka Sinema kapsamında vizyona giriyor.

Coen Biraderlerin jüri başkanlığını yaptıkları 68. Cannes Film Festivali'nde Grand Prix ödülüne layık görülen film, o günden bugüne Dünya Sinemasında oldukça ses getiren bir yapım oldu.

En son, Altın Küre'de ''Yabancı dilde film'' ödülünü alan yapım, Oscar'ın da en büyük favorisi konumunda.

Peki, öncelikle Son of Saul'u bu kadar özel kılan ve soykırım filmleri arasında ayrı bir yere konumlandıran yanı ne?
Elbette türe getirdiği farklı bakış açısı ve yenilikçi, hatta ''heyecan verici'' olarak tanımlayabileceğimiz bir yönetmenlik anlayışı.

Yıllardır, sinemanın vazgeçemediği ve bu alanda birçok başarılı örnek de izlediğimiz Yahudi Soykırımına dair belki anlatılmayan bir şey kalmadı diye düşünebilirsiniz ancak işte Son of Saul tam da bu noktada türe yeni bir soluk katıyor.
Hem de Schindler's List, The Pianist, La vita è bella gibi Oscar'lı, meşhur yapımların olduğu bu türde,
tamamen kendi imzasını atan ve bu ismi geçen filmlere öykünmeyen, orijinal bir yapım olmayı başarıyor. Bu yanıyla da kesinlikle takdir edilesi.

Her şeyden önemlisi, herhangi bir unsuru ajitasyon aracı olarak kullanmayan (ki kullanılmaya çok müsait olan bir türde), dramatik ögeleri seyircinin gözüne sokmadan, derdini, işlediği vicdan meselesini keskin bir anlatımla sunan bir film. Rahatsız edici olmayı başarıyor mu peki? Kesinlikle.

Büyük bir yıkımın, savaşın ortasında, bir soykırım kampında esir olan Saul'un ( Géza Röhrig) bütün tehlikeleri göze aldığı, tek bir basit ama zorlu bir amacı vardır: Ölen bir çocuğu toprağa gömebilmek.  Tamamen böyle bir vicdan öyküsünü merkezine almasıyla bile zaten farklılığını belli eden Son of Saul, yönetmenin bütün olup biteni Saul'un omzundan aktaran ve böylelikle izleyiciyi de filme dahil eden merceğiyle oldukça benzersiz, sarsıcı bir deneyim sunuyor.

Bu cuma, mutlaka bu filme vaktinizi ayırın ve 2015'in parmak ısırtan, en yenilikçi işlerinden birine şahit olun.

15 Şubat 2016 Pazartesi

BİR YAZAR BİR KİTAP: MERHUME

''Bir gün, öyle bir an geldi ki, kötü biri olmaya karar verdim. Taştan bir kalple kurtulurum sandım. Ama çok geçti artık, tüm vakitlerin sahibi silahına benden önce davranmıştı, şahane bir tebessümle bastı tetiğe, kurtulamadım, günaha girdiğimle kaldım.
Şimdi önümarkamsağımsolumüstümbaşımyüzümgözüm tövbe...'

''Olayı çözsen de kaderi değiştiremezsin. Beyhudelik zindanından çıkamazsın. Bunu sen de biliyorsun.''
Kült romanlar Tol ve Har’ın yazarı Murat Uyurkulak’tan tehlikeli bir eser: Merhume. İlk harfinden son harfine dâhiyane buluşlarla dolu… Hali pürmelalimizi deşifre eden bir macera! Zifirî karanlıkta yalnız olmadığını, çığlıkları duymaya başladığında anlayacaksın! ''

Bumerang - Yazarkafe