8 Şubat 2018 Perşembe

Göteborg Film Festivali’nden Notlar

Üç haftadır soğuk havasına ters gayet sıcak, pozitif insanların yaşadığı İskandinavya’dayım. İsveç’in şirin, küçük (esasen en büyük ikinci kenti fakat ülkemize göre kıyaslandığında son derece sakin, küçük kalıyor tabii) Göteborg kentindeyim. Erasmus vesilesiyle geldiğim bu şehirde haziran ayına kadar kalacağım.

Tabii gelir gelmez, şehirde ne var ne yok keşfe çıkmışken Göteborg Film Festivali gibi harika bir etkinliğe denk geldim. İskandinavya’nın en büyük film festivali olma özelliği taşıyan bu festival, bu yıl 41. kez düzenleniyormuş.

Ocak ayı boyunca şehrin her yerinde bilboardları süsledi Alicia Vikander’lı tanıtım posterler. Kendisi bu yıl festivalin onur konuğu olarak şehre gelmiş fakat ben kaçırdım söyleşisini. Ayrıca Juliette Binoche de festivalin konukları arasındaydı.

Gelelim festival içeriğine. Programa baktığımda Türkiye’den dört filmin katıldığını gördüm. Yol, İşe Yarar Bir Şey, Mavi Sessizlik ve Uzak Evren.
İşe Yarar Bir Şey’i Türkiye’deyken izlemiştim vizyonda , onu burada pas geçtim o yüzden. Geriye kalan seçeneklerden de Türk Sineması’nın mihenk taşı Şerif Gören- Yılmaz Güney filmi Yol’u seçtim.

YOL
Fazla söze hacet yok zaten hakkında. Türk Sineması için bir kilometre taşı. Türkiye’den binlerce kilometre ötede, hiç ummayacağım bir yerde sinemada deneyimleme fırsatı buldum.
Salon tamamen doluydu. Film öncesi bir görevli geldi, Yılmaz Güney hakkında bilgi verdi seyircilere. Arkasından seyircilerinden hayret nidası ve alkış geldi.



Bir isimle aynı ülkeden olmanın mutluluğunu, o ortak paydanın sevincini hissettim.
Ve fakat öte yandan da filmi izlerken sürekli o salondaki İsveçli seyircilerin filmi nasıl algıladıklarını merak ettim. Yani öyle film ki mesela ,  kardeşinin ölüsünü gördükten sonra töre kuralları gereği , eve girip kardeşinin karısına “artık kocan benim” demek veya sadece bu da değil, filmdeki tüm güneydoğu sahnelerinde yaşananlar bir İsveçli seyirci tarafından nasıl bir mantığa sığdırılarak anlaşılabilir ki? İşin bir başka boyutu yıl 2018 olmuşken, artık bunlar yaşanmıyor demek mümkün mü?

Tüm bu düşünceler kafamda dolanırken izledim Yol’u ve filmin sonunda da salonca alkışlayarak bir selam yolladık Güney’e ve Şerif Gören’e.

PHANTOM THREAD
Günümüzün auteur yönetmenleri sınıfına sokabileceğimiz Paul Thomas Anderson’un merakla beklenen son filmi Phantom Thread da festivalde izlediklerim arasındaydı. Bu filmin anlamı ise usta oyuncu Daniel Day-Lewis’in beyazperdeye veda filmi olması.

Phantom Thread belki There Will Be Blood gibi bir şaheser niteliği taşımasa da Anderson , Inherent Vice ile yaşattığı hayal kırıklığını fazlasıyla telafi ediyor. Yine çok iyi bir dönem sineması örneğine imza atıyor.
Daniel Day-Lewis için de beyazperdeye son derece zarif, şık bir veda filmi. Onu son kez izlemiş olmak hüzün verici.

Sadece Day-Lewis değil, ona eşlik eden oyuncular da son derece güçlü bir performans sergiliyorlar. Özellikle Vicky Kripers (geçtiğimiz yıl Young Karl Marx’ta oynamıştı) Bu performansından sonra daha çok ses getirir diye umuyorum. Day-Lewis ile çok iyi bir kimya yakalamışlardı filmde.

Sonuç olarak Paul Thomas Anderson izlemesi keyifli, yönetmenliği, oyunculukları her zamanki gibi güçlü bir film sunuyor izleyenlere.

YOU WERE NEVER REALLY HERE

Gösterimi yılan hikayesine dönmüş, artık adıyla müstesna şekilde bir türlü burada olmamasıyla anılan , Lynn Ramsey'in son filmi: You Were Never Really Here

Filmekimi 2017 programında yer alıyordu fakat son anda gösterimin iptal olmasıyla biz merakla bekleyen sinemaseverlere yar olmamıştı. Sadece Türkiye'de değil, dünya çapında da gösterim tarihlerinin ertelenmesiyle filmin adeta basireti bağlanmıştı.

Aylar sonra ise, hiç ummadığım yerde, zamanda nihayet Ramsay'in son harikasını görme fırsatı buldum.

Bizi uzun süre bekleten Lynn Ramsey, bu süre içinde We Need to Talk About Kevin'in üzerine çok şey koyarak dönmüş ve yeni hipnotik bir başyapıt ortaya koymuş. Bu seferki gerilim ve dramanın etkisi We Need to Talk About Kevin'i da soft bırakan cinsten.

Boşuna uzun yıllar bekletmemiş Ramsey. Tüm beklentileri sonuna kadar karşılayan bir film. Yönetmenlik hüneri, oyunculuk, senaryo, her bir öğesiyle ortaya kusursuz bir bütün çıkmış.

Joaquin Phoenix; depresif, geçmişi travmalarla dolu ve intikam hırsıyla dolan bir karakteri olabilecek en iyi şekilde yaşamış. Performansları arasında top 5'e konacak cinsten. Zaten Cannes'daki ödül de bunun işaretiymiş. Henüz Gary Oldman'in Darkest Hour performansını görmedim fakat eğer Phoenix bu yıl yarışta olsaymış, erkek oyuncu kategorisinin kazananı bu kadar net olmazmış.

 Keza senaryo ödülü de aynı şekilde isabet. Bir puzzle gibi, film boyunca yavaşça birleşiyor o parçalar, ilmek ilmek örmüş Ramsey ve yer yer korku-gerilime de kayan senaryo hiç sekmeden akıyor.

Ayrıca Jonny Greenwood'un da atmosfere olan etkisinden bahsetmek lazım. (Zaten aynı yıl içinde Phantom Thread'in de müziklerini yaptı, altın çağını yaşadı belki de bu yıl) Yaptığı müzikler filmi çok güzel tamamlamış.

Filmin bu yıl yarışa girmemesine çok üzüldüm. Umarım seneye unutulmaz. Kesinlikle bir kez izleyerek doyulacak bir film değil. Tekrar izlemek için sabırsızlanıyorum.

24 FRAMES

Ve festivalde izlediğim son film, usta yönetmen Abbas Kiyarüstemi'ye veda filmi: 24 Frames

Kiyarüstemi üstad, 24 Frames ile beyazperdeye neden aşık olduğunu anlatmış sanki. Filmin 24 parçası, aslında film bittikten sonra düşününce bir bütün haline geliyor ve onu zihinde zaten ayıramıyor izleyici.

Büyüleyici karelerden oluşan, adeta fotoğraflara can katan Kiyarüstemi, farklı bir sinema deneyimi sunuyor.

Filmin sonunda da alkışlayarak veda ettik üstada. Huzur içinde uyusun.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bumerang - Yazarkafe