15 Mayıs 2014 Perşembe

TOPLUMCU-GERÇEKÇİ OLMAK, OLMAK ZORUNDA KALMAK...

Lafa nereden başlamalı bilmiyoruz aslında. Başı sonu belli olmayan bir kabus sanki.
Hengamenin, kargaşanın ortasında bir yerden dahil oluyoruz olaylara, gündeme. Twitter'dan, oradan buradan duyuyoruz bir şekilde. Sonrası hep bir tedirginlik içinde gelişmeleri takip ediş hali. Bazen kötü haber endişesiyle öğrenmeye, bakmaya korksak da meraka yenik düşüp soluğu yine internette, çeşitli mecralarda alıyoruz.

Son zamanlarda vaziyetimiz hep bu ürkütücü tedirginlik işte. Halimizin özeti gibi her şey.

Bu tedirginlik halinde insan rahat edemiyor. Sesini duyurmak, duyuramasa da birileriyle en azından paylaşabilmek istiyor bir şeyleri. Kelimelere, cümlelere dökmek istiyor içindekileri, döküyoruz da, ama ünlemli, üç noktalı cümleler kurmak yetmiyor, işlemiyor vicdandaki huzursuzluğa. Sonu ''yeter!'' çığlıklarıyla biten cümlelere, düşüncelere dönüşüyor ruh halimiz.

Bilemiyoruz her an ne haber alacağımızı. Bu bilememenin huzursuzluğu yansıyor ruh halimize hatta günlük yaşantımıza.
Bir bakmışız, bir haber düşüyor kahve alıp koltuğa kurulacakken. Anneler gününün hemen ertesinde. Emel Korkmaz'ın resmi, sesi düşüyor yüreğe. O çaresizlikle ne kahve içebiliyoruz, ne başka şey düşünebiliyoruz.

Hemen ertesi... Bu kez haber Soma'dan geliyor. Bilanço gittikçe ağırlaşıyor. İnsanın yine dili tutuluyor, aklı tutuluyor. Akla peş peşe gelen ama cevaplanamayan sorular, ihmaller, olaylar zinciri. Yine oturduğumuz yerden seyretmek zorunda kalıyoruz. Öylece bekliyoruz.

Hangimiz okuduğumuz kitaplardan, dinlediğimiz müziklerden, ettiğimiz sohbetlerden tat alabiliyoruz vicdan sızlarken, şimdi, şu son günlerde? Okuyabiliyor muyuz hatta? Dinleyebiliyor muyuz? Aklımız, yüreğimiz bir yerde takılı kalmışken suçluluk duygusu hissetmeden başka bir şeye verebiliyor muyuz kendimizi?
Cemil Meriç güzel söylemiş, iyi ki de söylemiş: ''İnsanlar kıyıcıydılar, kitaplara sığındım''
Ama işte gün geliyor, kitaplar bile o kıyıcılığın acısını engelleyemiyor.

İçinde bulunduğumuz durum öyle korkunç ki kitaplara sığınmamıza bile müsait edemeyecek derecede rahatsız edici ve korkunç. Biz bırakın edebiyatı, sanatı; günlük hayatımızda, düşüncelerimizde toplumcu-gerçekçi olduk. Olmak zorunda kaldık çünkü. Başka türlüsünü vicdanımız kabul edemiyor.

Bir toplumun dünü, bugünü uzanıyor önümüzde bütün gerçekliğiyle. Öyle geniş bir geçmiş ki bu artık bazı olanları unutur olduk bile. ''Unutursak kalbimiz kurusun'' dediklerimizi unutmadık elbet ama olayların üstüne olaylar eklendikçe bazı detaylar küçüldü, unutuldu bazen.  Hafızamıza sığmıyor. Çünkü her geçen gün bir yenisi ekleniyor acılara, öfkelere.

Yarın gündemin ne olacağını bilmiyoruz. Bırakın yarını, bugün bile ne olup bittiğini eksik biliyoruz veya bilemiyoruz. Sadece dünü biliyoruz biz. Bugüne dair bildiğimiz şey ise sadece saf bir acı.

Ben artık bir günlük tutmak istiyorum bu yüzden. Hafızam hep diri kalsın, bugünün ihmallerinin, ölümlerinin acısını yaşarken geçmiş de bir yerlerde yazılı olsun, gözden kaçmasın istiyorum. Çünkü, öğrenemedik hala: Bugünümüzü geçmiş inşa ediyor.

Geçen yıl tam da bu zamanlarda daha Reyhanlı'nın yasını tutuyorduk. Üzerinden bir yıl geçti ama o bir yıl içinde daha Reyhanlı tazeyken aklımızda,  onca şey eklendi üstüne. Toplumsal hafızamız yıkım üstüne yıkım yaşadı.

Şimdi bir ulusal yasın ortasında yine çaresizlik duygusu içinde dururken anlatmak istediklerimizi ifade edecek kelimeleri arıyoruz, güçlük çekiyoruz.
Kafamızda soru işaretleriyle bekleyip her yeni güne kötü haber endişesiyle uyanıyoruz. Artık daha tedirgin bakıyoruz bilgisayar ekranına, gazetelere.

Belki bir duruşma, belki bir ölüm, belki bir çıkmaz sokak, belki bir annenin feryadı, bir işçi yakınının acısı.


Biz ihmaller sonucu insanların ölmediği, canların ucuz olmadığı, annelerin gerçekten ağlamadığı, bakanının kurtulan madencisine içtenlikle sarıldığı, çocukların sokaklarda ölmediği, öldürülmediği, sorumlulara haklı hesap sormanın ''siyasete giriyorlar'' diye algılanmadığı, acıların; soğuk bürokrasinin, takım elbiselerin gölgesinde kalmadığı, Ölen işçisinin 15 değil de 19 yaşında olduğunun anlaşılmasının sevindirici haber olarak algılanmayacağı, kim bilir o an sedyede canını düşünmeden önce bu cümleyi kurmasına neler sebep olan  ''çizmelerimi çıkarayım mı?'' diyerek ağlatan işçisinin naifliğine, onuruna sahip bir yer düşlüyoruz.

Ütopya ise ütopya. Biz bunu düşlüyoruz. Maalesef böyle devam ettiği sürece düşlemeye devam edeceğiz. Çünkü düşlemezsek iyiye gidemeyiz.

Yazılanlar yazıldı, çizildi zaten. Daha da fazla uzatamıyorum, daha fazla şey yazacak güç de heves de bulamıyorum açıkcası.

Klasik söylemlere de sığınmak istemiyorum. Çünkü artık ''yok, olmaz o kadar. Mümkün değil'' diyebileceğimiz bir şey kalmadı, inanın kalmadı. Umut sözcüğünün içi boşaldı, sözcükler tükendi. Geriye yaşanan duygular, acılar kaldı sadece bir gerçek olarak.

Bu cümlelerin sonu gelecek mi bilmiyorum ama bir kez daha başımız sağolsun...

1 yorum:

  1. Taziyelerde teselli için bir söz vardır, çocukluğumda ilk duyduğum zaman bir mana veremediğim. "Allah unutturmasın" denir. Benim de temennim, Allah bu millete Soma'yı unutturmasın.

    YanıtlaSil

Bumerang - Yazarkafe